29 Aralık 2010 Çarşamba

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ. . .


Bu dizi “dizi seyretmem” kuralımı bozdu.
Dizilmiş gibi peşime, merak ediyorum her bir konusunu.
İçim acıyor her defasında.
Cümlelere, arada söylenen dizelere, bize gönderdiklerine gözümü kulağımı açıyorum.
Dönem benim dönemim.
Oralara dönmeliymişim.
Ama o eve değil, BEN benimki olsun isterim.
Her neyse konum bu değil pek tabi ki…
Küçük Osman var ya orda bir tane.
O’dur benim bu yazıdaki gözlemim.
Ne laflar var Osman’da.
Yüksek ihtimal son bölümde büyümüş olarak çıkacak karşımıza.
Büyümüş bir insan küçük halinden ne taşırsa o gelir karşına.
Bu yazı işte bunun için yazıldı.
Hani diyor ya bazen küçük Osman, o altına girdiği masada yada kime denk gelirse sarıldığı o kucakta “ben her şeyi görürdüm ve büyükler bilmezdi” diye.
Bilmez miydik gerçektende.
Yada soru sormayayım aslında bence de öyle.
Katılıyorum Osman’ın bu repliğine.
Çünkü bazen Kayra’da böyle şeyler söylüyor bana.
Bazen durumlara göre yalanlar söylüyorum ona.
Babası hakkında, tüm dünya hakkında, belki bazen kendim hakkında, o anki durumu kurtarmak hakkında ve her ne varsa O hakkında (!) ben bazen yalanlar söylüyorum ona.
Sanıyorum ki kandırıyorum onu.
Kanmıyor, kanmıyor(muş) oysa.
Geçen bana tuhaf bir şey söyledi.
Biliyor musun anne “ben her şeyi görürüm” dedi.
Tanrım öyle ürküttü ki beni.
Bugüne kadar neleri bilmişti.
Benim pembe yalanlarım ona ulaştığında siyaha mı dönüşüver mişti?.
Dondum ve korktum kaldım öylece.
Aklıma hemen Osman geldi, hani şu an bize hikaye gibi anlatıyor ya her şeyi.
Yüksek ihtimal son bölümde büyüyecek ya karşımızda, neler anlatacak bize filmin sonunda.
Ve sonra Kayra büyüdüğünde neler söyleyecek bana?..
Babası hakkında.
Dünya hakkında.
Kendim hakkında.
Ve her ne varsa O hakkında.
Doğrusu ya, ben Kayra’yı değil, kendimi kandırmamaya karar verdim bundan sonra.
Yalan yok, görüyorlar her şeyi.
Onlar mı küçüktü, yoksa büyükler mi?
Yoksa ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN MI Kİ?...

28 Aralık 2010 Salı

AYŞE ARMAN'ın DUBAİ'ye VEDA MEKTUBU HAKKINDA : )


Bilirsiniz hani bayırılım ben bu kadına.
Yine öyle bir durum var aramızda.
Yazı hakkında yazmadan önce fotoğrafları kesinlikle şahane.
Söylemesem ona haksızlık ederim herhalde.
Uzun upuzun bir veda mektubu yazmış ARMAN Dubai'ye ve orada tanıdığı herkese.
Özeti bu.
"Yüreğinin götürdüğü yere gitmiş olması" olmuş en büyük mutluluğu.
Olmadan önce o da tırsmış senin gibi, benim gibi, herkes gibi.
Hani devasa yaparız ya karşımızdakileri.
Yok öyle değilmiş oda bizim gibiymiş.
O da öyle korkulara bandırmış ki  kendini; ııııımmmm galeta ununa batırılmış bir nugget gibi : )
Diyor ki yazının bir yerinde;
Ve sonra... O güzel bakan adam çıktı karşıma, sevgilim. Onun peşinden geldim bu şehre. Siz aldanmayın öyle “cool” durabildiğime, “Ha İstanbul ha Dubai ne fark eder ki” diyebildiğime... Üç buçuk atıyordum korkudan! Bir de, Hıncal Uluç’un uyarıları: “Ayşe bitti! Uzaktan kumanda gazetecilik olur mu?” ıtiraf edeyim çöktüm, kendi kendime “Bu kadarmış, buraya kadarmış!” dedim.
Buraya kadar değil miş ki işte; bu yazı yazılıyor hem on'ca  ve de hem ben'ce.
Bir sürü insani şey yakaladım ben bu cümlede.
1-Bence insan "yaşadığı sürece yüreğinin götürdüğü bir yere bir kere bile olsa gidebilmeli"
2-Bir sürü insan konuşmuş, hatta konuşmamış burnunu sokmuş her şeye; o korksa da hepsinin karşısında dimdik durmuş, içinden tırsmış olsa bile : )
''E ne olmuş, insanlar hep konuşup durmuş, ama o onlara "rağmen" mutluluğu bulmuş, konuşanlara ne olmuş, hala daha konuşur dururlarmış, durum buymuş.

Buradaki sonuç Charles BUKOWSKİ'ye gidiyor; "İnsanların hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyerek, hayatımı 10 yıl uzattım."
Herkesin onun hakkında aldığı karara "rağmen"; hem ömrünü uzatmış bence ARMAN; hem mutlu olmuş; hem yapabileceğine inanmış, hem de yapabileceğini görmüş.
Bence şahane : )
Korkmak insani bir duygudur; Ayşe de korksa bile yüreğinin götürdüğü yerde korkusuna değil en çok da kendi bildiğine tutunmuş.
Sonuç ne olmuş; hem kocası olmuş, hem saçları telefon kordonu Alya olmuş, hem ailesini kurmuş, hem de Ayşe  kendini bulmuş, dışındaki şanslı insanlar, Ayşe'nin içindeki o daha güzel insanı çıkarmışlar.
E ne mi olmuş, daha ne olsun, tüm bunların sonunda bu yazı olmuş.
Okurken niye bu kadar keyiflendim sanıyorsunuz, onun öğrendiklerini ben de attım kendim cebime.
Ha bu arada ben neyi mi öğrendim;
Uzun bir cevap vermeme gerek var mı?
Yüreğimin götürdüğü yerlere gitmeye niyetlendim.
Gelir misiniz?
E o halde;
Bence siz de ÖĞRENDİNİZ : )
Belki herkes Dinçel delirmiş der, belki de korkular peşimden gelir, beni takip ederler, belli mi olur; belki de herşey susar, ben de yeni bir yazı yazarım size gittiğim yerden..

Bence böyle olur; sizce?...
SevgilerimLe : )

23 Aralık 2010 Perşembe

M E R V E ' y e . . .

Hoşgeldin Merve.
Hem buraya ve hem de DinçeL dünyasına.
İkisine de uğramalarda çok fazla zaman geçirdik seninle.
Zaman geçerken ben en çok uzaklıkların birini sevmiş olmasına engel olmadığı deneyimime sevindim.
TanseL o meşhur çemkirmelerimizde : ) hadi öyle demeyelim efendi efendi yazayım: ) o muhteşem atışmalarımızda birgün bana BOYNUKALIN'lardan uzak dur, onlar senin boyunu aşar demişti.
Dün gibi aklımda.
Doğrudur; boyumu aştın, aştın ama kesinlikle Sevgi'nle, yüreğinle, ışıltınla, değerlerinle, geleneğinle...(burası sürer gider.......)
Abartı değil bunlar, sor seni daha yakından tanıyanlara eminim ki onlarda söylerler.
Bu bir tesadüf değil.
Biliyormusun seni bazen yeşil bir keseye benzetiyorum ben.
İçinde bunlarla dolu o yeşil kese.
İçi parlıyor.
Dışı da öyle.
Acaba niye.
Behlül vardı ya hani bir filmde, gerçek adıyla Kıvanç TATLITUĞ, ne diyor du bir reklam repliğinde...
Vayyy vayy vayy vayyy.....ÇOK OLUYOR BU MAVİ...
Senin YEŞİL'de benim için öyle.
O yeşil ve o da çok oluyor bence.
Dedim ya işte...
En çok da SEVGİ'de....
Uzun uzun yazmayacağım sana.
Kısa ama sen varsın orada.
O yeşilin kucağında.
O yeşilin pırıltısında.
Sen yaşadığın sürece, biliyorum ki daha da çoğalacaklar sendeki ''herşey'' o yeşil kesede.
Ben eminim.
Sen.
İstersen sor herkese.
Sevgilerimle : )

17 Aralık 2010 Cuma

S A N A . . .



En son ne zaman uğradın buraya : )
Unuttuğumu sanma, yazacağım senin için dedim ve başlıyorum da zaten yazmaya.
Sana dair şeyler olacak bu yazıda, hazır mısın duymaya.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Seninle tanışmaya ben fırsat diyorum.
Biraz da teknolojik mucize.
Teknolojik kısım için Marc Zuckerberg'e teşekkür etmem gerekir herhalde.
Ya da hepimizin toplanıp bir teşekkür partisi vermemiz gerekir kesinlikle.
Facebook mucizesi, onun eseri.
Biz onun hayalinde buluştuk seninle bir yerlerde.
Milyonlarca insan arasından buluştuk bu sayede.
Bu mucizeyi yaşadığım sayısı çok az insandan biri olmak senin farkındı bence.
Ayıkladım sanki seni pirinç tanesi gibi.
Ama sen başka bir taneye dönüştün.
Yumak oldun bana sevgin, bilgin ve öğreticiliğinle.
İhtiyacım olan herşey gibiydin.
Seninle yaptığımız o son sohbette, bloğumu sordum sana; beni göklere çıkaran cümleler gerçek mi diye hiç düşünmedim.
Bilirim ki gerçek olmasaydı öyle söylemezdin.
Ben öyle kendi halimde evrene kelimeler gönderirken, sen daha çok yere ulaşmalı diyordun bu sözler.
Aldım cebime koydum. (1)
Benim yolladğım bir cümleyi anımsattın bana (evet hani şu alıntı cümle var ya: )
Şöyle diyordu ya o cümlede ; "İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlarda insanların; fırsatlar bekler, insanlar bekler ama kazanan hep mazeret olur"
O sohbetten önce ki Dinçel tanımı "hah işte tam da bana uyan bir mana" olurdu herhalde.
Sohbetten sonraki tanımımda ise birden 2 kat küçük geldi üzerimdeki entari kendime, ah birden geliştim ve.... "hadi kızım Dinçel, yokla ceplerini" dedim kendi kendime.
Baktım tabi ki yine ceplerime, çıktı işte bana yeni bir fırsat cümlesi, "hımmm ne demek istiyor muşsun bana oralardan" iyice duydum seni.
Bu konuyla ilgili benim sana cümlem ise biraz slogan gibi.
"Fırsat sensin, mazeretin canı cehenmme"
Bu mevzuuyu da aldım tabi ki koydum cebime (2)
Sonra bilirsin işte uzun uzun hayata dair uyanışlar sohbetleri.
Bilmezsin sen bana neler ettiğini.
"Bakış açını değiştir" demiştin ya çok zaman önce, o kılavuz falan değil, başıma gelen her durumda hayat kurtarıcım oldu benim.
E ne yaptım ben attım bunu da tabi ki cebime (3)
Bu bilgi yaklaşık olarak 3 yıldır cebimde, sadık kaldım ben her daim bu mucizeye.
Mucize diyorum çünkü bendeki etkisi öyle.
Her neyse "an" gibi kısa gözükebilir bunlar sana, ama çok yol almamı sağlıyorlar.
Biliyor musun bu gün ne zamandır basılı duran pause düğmemden elimi eteğimi çektim.
"Çalıştır" düğmeme rast geldim.
Bilerek ve isteyerek.
Bir dergi editörüyle görüştüm az önce.
Bana en kısa zamanda ulaşacaklarını söylediler.
CV olarak burayı gösterdim.
"DinçeL'in Yerini"
Bilmiyorlar ki CV'im deki senin etkini.
Kelebeklerden bahsetmiştik ya birbirimize zaman, zaman önce.
O kelebekler uçacaklar bence.
Karnımdaki yerlerini evrene göndermek niyetindeyim.
Kanatlarında benden söz'ler göndersinler evrene...evet gerçekten artık bunu istemekteyim.
Belki de zamanı vardı.
İpek böceği hikayesi gibi.
Belki de artık uçmak zamanı.
Ben uçuyorum ama bunu bir tek SEN biliyorsun.
Evren sesimi duyduğunda o mutluluk konuşmasını yaptığımda ben en çok da içimden sana teşekkür edeceğim.
Yazımın bitişinde sana Prensesin Uykusu'nda en çok rast geldiğim cümleden bahsetmek istiyorum.
 En çok duayen oyuncu Genco ERKAL'ın ağzından çıkıyordu bu replikler.
"İŞARETLERİ TAKİP ET, İŞARETLERİ TAKİP ET"
Evrendeki herşeyin birbirine bir şekilde değdiğine inanırım ben, kelebek etkisi dokunuşlarda büyük mucize hikayeler bilirim.
Bana yaptığın budur son 2 günde.
O gün ben sana dokundum, sen beni duydun, paket yaptın beni, evrenin kucağına savurdun.
Sebep bence işaret'lerdi.
Sana yazacağım demiştim ya, işte buydu bu yazının sebebi.
Bu arada birden çıktı bu yazı.
Daha uzun düşünseydim özetle yine böyle olurdu ama üzgünüm ki bugün acemi gibiyim.
Her neyse;
Sevgiyle KaL.
Teşekkürler herşey için, bildiğin ve bilmediğin her iyilik için : )

N O T L A R : (1)  Adını yazmadım buraya, Sen, senin için olduğunu biliyorsun diye...
(2) Aslında bu yazıda geçen her cümle bu yazıyı okuyacak herkes için yol verecektir ümidindeyim, benim şansım, bu yazıyı yazmama sebep olan dostluğumdu; sizin şansınız ise; buraya uğrayıp bu yazıyı okuyuşunuzdu : )

Bugün'Ce : )

14 Aralık 2010 Salı

PARDON BİZ NEREYE AİT ' iz ? . .

Yani evet çok soruyorum ben bu soruyu kendime.
Gördüğüm her yapıda, her kadında, her erkekte, her modada, bilemedin belki lolilop'ta : )
Nereye ait'iz diyorum ya yazım da, bence yok bizim bir İz'imiz.
Takip etsek yıllar sonra bulunamayız hiç birimiz.
Öyle değil ama 60'lar-70'ler, hatta daha bi eski'ler.
Naftalin gibi kokmasın diye koymuyorum onları bu yazıya.
Hepsinin saçı aynı o yıllardaki kadınların.
Pabuçlar, etekler ve bluzlar.
Plaklar ve dans'lar.
Bakışlar ve anlam'lar.
Adamlar.
Doğurulan çocuklar.
Edep'ler, haya'lar.
Pek bir özgür'ler ama pek bir de ahlak'lılar.
Savrulmuş etekleri uçuşuyor resimlerde.
Ama o özgün-sağlam kimlikleri savuramaz hiçbir şeyin haşmeti...
Onlar öyle.
Bizim gibi değil, kimlikli.
Biz de ise kimlikler çeşitli.
Herkes kimlikli (!) ama yok kimsenin asaleti.
Ne olduk biz.
Niye bittik.
Şarj etmemiz gerekse bizi, nereden dolmaya başlayalım dersiniz.
Öz'e dönüş hikayesini yazmaya başlasak.
Mutlu son ekler miydiniz?
Resimler ise olsun festival.
Siz "Siz" olun yeter ki, katılmak isterdim ben o renkli festivale.
Adı da konsun peki.
Mutlu, özgün, özgür insanlar topluluğu.
Hımmmmm!...
Ne dersiniz?.
Bence artık biz biriyiz : )

P R E N S E S İ N U Y K U S U : )




Bana bir yönetmen seç deselerdi seçerdim seve seve kendisini.
Olurdu benim yönetmenim.
Seyrederdim tüm filmlerini, kapardım tüm repliklerini.
Çağan IRMAK yapmış yine yapacağını.
Prensesin Uykusu'da katılmış yine onun kervanına.
Aslında seyrederken biz daldık yine onun iç dünyasına.
Ben izlerken onun ruhunu izliyorum en çok filmlerinde, birçok sahnede.
Konuştururken yeni kişilerini kendinden haberler veriyor gibi geliyor bana her bir karede.
Sanki ham'mış, ol'muş, bit'miş gibi.
Ne öğrendiğini bizlere fısıldar gibi.
Laf aramızda birilerinden etkilendiğine bile şahit oluyorum ben bazı sahnelerde.
Aziz'in Gizem'in günlüğüne yazdığı şu cümleler Mevlana'yı anımsatmıyor mu size de?..
"............Kader değiştirilemez, değiştirilirse kader olmaz diyenler var, olmasın varsın! Hiç bir şeyin değiştirilemeyeceği bir dünyada yaşamak ne umutsuzca olurdu değil mi? Başına gelmiş kötü bir olay, öyle bir gün gelir ki olması gerektiği için olmuş ve daha iyi bir şeye neden yaratmıştır, bilemezsin........."
Derin biri şu Çağan; hakikaten çok derin.
Her filminde insan dünyasının içerisini anlatıyor bize duyalım diye.
İç seslerle konuşuyor o bence.
Dışarıyı görmek kolay, bence içeriden bakabilmek asıl olay.
Budur işte onun başarısı.
Sanki kendi içinden duygular gönderiyor bizlere.
Kılavuz gibi koyun cebinize diyor sanki hepimize.
Issız Adam, Babam ve Oğlum, Karanlıktakiler, Prensesin Uykusu  . . .
Dikkat edin sanki hepimizin birer kuytusu.
Onlara bakınca insan;
Ayna ayna orada duran ben miyim diyor acaba?.
Ve ayna kıs kıs gülümsüyor bence bu duruma.
"Bana bakan bu kişi Çağan'ın insan'larından biri galiba" diyor bence ayna.
Çünkü Çağan filmerinde; aynaya düşen akis'ler gibi bizi bize gösteriyor.
Budur benim Çağan IRMAK'tan anladığım, farklı bir şey görüyorsanız buyurun bir zahmet siz de aynaya bakın : )
Ha bu arada;
Ayna ayna, söyle bana. . . . .

13 Aralık 2010 Pazartesi

PANDORA'nın KUTUSU : )

Pandora; Tanrı'lar Armağanı demektir...
Efsane'ye göre bilirsiniz ki Tanrısal güzellikte ki Pandora'ya evlilik hediyesi olarak verilmiş kutunun açılmaması gereklidir.
Ahhhh Pandora !...
Yenik düşer tabi ki merakına : (
Açar kutuyu.
Savrulur içindeki tüm kötülükler dünyadaki en kuytulara.
Son anda ne olduğunu anlayıp kapatır ya;
Orada insanlık için bir umut kalmıştır artık o anda...
Bayılıyorum mit'lere.
Başka kaynaklarda kutudaki umut kelebek diye anlatılır.
Minicik cılız kelebek son anda kapatılan kutunun içinde kalabilmiştir.
''Lütfen beni çıkarın, dışarıdaki kötülüklerle ancak ben baş edebilirim" demiştir.
O minik kelebeğin adı aslında ümit'tir.
Ümit etmek cılız yerlerde bile kocaman bir dev'e dönüşen bir şeydir.
Ümit benim en sevdiğim beraberliğimdir.
Senin de öyle.
Ümit bize Tanrı'dan gelen bir hediyedir.
Belki bu bir efsane; belki de tırışkadan bir hikayedir.
Efsane de olsa; hikaye de olsa Ü M İ T paha biçilmez bir hazinedir.
Rica etsem minik kelebek dünyayı yeniden güzelleştirir misin?...
Ümit ya işte;
Bak ben hiçbir şeye değil de; yine de tutunuyorum o minik kelebeğe...
O kelebek uçuracak bizi İYİ'ler ülkesine : )
Hadi canım deme sakın.
Bence bu hikayeyi aklınıza yazın : )

8 Aralık 2010 Çarşamba

VE ÖLÜRKEN : (

Bu yazıyı yazmama sebep olan şey ölmek üzere olan bir kadının son isteğidir.
Bilirsiniz işte gazetelerin magazin sayfalarında onlarla ilgili haberlerde "Cemiyet hayatının önde gelen isimlerinden......." diye bahsedilir.
Onlar hep "en"dir.
Tanımayız onları biz.
Sadece ışıltılarını seyrederiz.
İşte onlardan biri Ceyla GÖLCÜKLÜ...
Onunla ilgili yazılan haberlerde Petrol kralı Shery SHAHNAVAZ'la evliliği ve olaylı boşanma olayının ardından 140 milyon dolarlık aldığı tazminat davası yazıyor tüm gazetelerde.
Valla yaşarken şahane bir durum bu, tamam da; ama çevirelim bence madalyonun arka tarafını da.
İşte şimdi başlıyor bende ki yazı!
Özel kanallardan birinde izlediğim bir ana haber bülteninde (!) ; bu arada ışıltılı haberler her yerde : )
Ceyla GÖLCÜKLÜ'nün hastaneye kaldırıldığında ki son isteği eski eşini son kez görüp "helalleşmeyi" istemesi olmuş, eski eş duyduğu gibi fırlamış ilk uçakla bu isteği yerine getirmek için.
Çok takdir ettim doğrusu.
Fakat ağrılarına dayanamayan güzel kadın 6 gündür uyutulmaya başlandığı için bir türlü verilememiş "helallik".

H E L A L L İ K ! ! !

Bu çok ama çok önemli bir ayrıntı benim gözümde.
Gözümüzü kulağımızı açıp tekrar tekrar hatırlatmalıyız bu hadiseyi kendimize.
Ölüm kapımıza geldiğinde, ölüm bize ızdırabını yaşatmaya başladığında demek ki her insana aynı şeyi yapıyor.
Zengin-fakir, güzel-çirkin, soylu-soysuz vs.dinlemiyor.
Ölüm benim anladığım şu ki en çok da kul hakkından zorluyor bizleri.
Değil midir ki, babaannem anneme yaptığı her türlü eziyete rağmen annemin ismini sayıklaya sayıklaya ama annemin ona verdiği helallik hakkıyla mutlu bir ölüye dönüşüverdi son an'da.
Bilirsiniz işte ölüm tehlikesi geçirmiş insanlar hani hep derler ya; tüm yaşantım gözümün önünden film şeridi gibi geçti diye, geçen o film karelerinde o son nefeste belki de en çok da "kul hakkı"nda duruyor resimler ŞLAK! diye.
Öyle olmalı ki ölüm bize aldığımız helalliklerle yakışıyor en çok da demek ki.
Bu yüzdendir ki; bana her yaşattığı şeye rağmen oğlumun babası dahil, ıııımmm mesela aldığım mantıyı alacağımdan daha fazla tartan o yaşlı kadınla, benim çantamı taşımış havaalanındaki o çocukla ya da ya da ne bileyim hergün bana leziz yemekler pişiren annemle ve herkesle v.s. helalleşmek benim ölürken duyacağım en büyük keyfimdir.
Çok şükür ki kalmamıştır kimsenin benim bildiğim kadarıyla hakkı üzerimde.
Birde öyle bir durum yaşarsın ki, bir Allah'ın kulu düzünü çevirir tersine senin; sebebini bilmezsin, niyetini bilmezsin, soruların  vardır ama cevaplarını bilmezsin, bilinmezliğe dönersin.
Sonra hepsi geçer.
Hepsi geçer de....ama bir şey var ki, birgün kapına gelmiş postacının eline tutuşturduğu zarfta hiç değilse "Hakkını Helal Et" cümlesini ararsın, bulamazsın ya; işte onu her daim hatırlarsın.
Sorulmamıştır ya sana, gerek duyulmamıştır ya; en çok ona içerlersin ama "alınmamış olduğu için verilmemiş helalliğin" senin elinde tuttuğun en şahane mücevherin olur.
Ve beklerim ki ben ölüm an'ı bunun için her 2 tarafa da nasıl bir sunum bulur?
Budur işte benim bu soylu güzel kadının çırpınışından öğrendiğim.
Öğrenememişlere cevabım ise; yazık size demek olur herhalde.
Yazık ki insan yükü her daim kalacak üzerinizde : (
Ben bunu dile getirdiğim sürece . . .

3 Aralık 2010 Cuma

ÇÜNKİ SEVGİ DÜNYANIN EN GÜZEL ŞEYİYDİ!...


Dün yaşadığım şey; kesinlikle bu başlığa eş değer birşeydi.
Günüm sevmekle, sevilmekle ve sevinmekle geçti.
E peki ama sevgi neydi?
Bu soru sanırım sorulmuştu yıllar önce bir Türk filminde.
Cevabı da yine bulunmuştu filmin bir karesinde.
Sevgi emekti, sevgi gerçekten sevmekti.
Dünkü yaşadığım şey, "ne ekersen, onu biçersin"di.
Bir yerlerde ektiğim, ektiğimi bile unuttuğum nice sevgi tohumlarım dün bir yerlerde sözleşmişler gibi çiçek bahçesine çevirdiler içimi.
Sanki tüm niyetlerim kabul edilmiş gibi, içim rengarenk bir ritüele dönüşüverdi.
Mutluluğun resmi çizilemezdi ya hani, biliyor musunuz benim doğum günümde yüreğine dokunduğum-yüreğime dokunan herkes bu resmi çizdik dün hep birlikte.
Mutluluk dün;
Susmayan telefonlardı kesinlikle.
Facebook'ta yağmur gibi yağan özel ve genel mesajları sevinçle okuma ve akşama kadar her birine ayrı bir özenle cevap yazabilme hissimdi kesinlikle.
Beklediğim bir şeyin tam da beklediğim anda gerçekleşmesiydi bence.
Işıl ışıl hediye paketleriyle, bayram yeriydi dün yaşadığım aile: )
Ama ama en güzeli de oğlumdu kesinlikle.
Kapıyı çaldığımda geç açılmasının sebebi; karanlıkta parıldayan kocaman süslü bir pastayı, oğlumun "anneciğim, bu senin için" diyerek çığlıklar attığı sevinçti bence.
Arkasına sakladığı ya da minik cüssesinden arkasında saklayamadığı boyundan büyük çiçek demetiydi dün mutluluk bence.
Dün her bir yerime sonsuz sevgiler bulaştı yine.
Tebessümü hala daha yüzümde.
Bulaştırıyorum bende her gördüğüme.
Bayılıyoruz diyor herkes, bu mutluluk bu enerji nereden geliyor, merak ediyoruz?..
Herkes bilmeli ki bu benden değil, biribirine değerek dökülen domino taşları gibi, içimde şelaleye dönüşen herkesten bana değen sevgiden gelmekte.
Dokunduğum her bir yerden.
Dedim ya işte, belkide sevgi ektiğim yerlerden.
Büyüyorlar içimde.
E dışıma da çıkıyorlar nihayetinde.
Sevgi böyle birşey işte, yumak gibi.
Yumak gibiydi dün baktığım her yer.
Sobanın kenarında o "sevgi yumağıyla" neşeli oyunlar oynayan bir sevimli kedi gibiydim ben dün kesinlikle.
Sevgi neydi?
Bir kere daha sorulsaydı eğer, dün benim için el birliğiyle - yürek birliğiyle çizilmiş o kocaman rengarenk resmi gösterirdim hiç şüphesiz ki.
Sevgili Dün . . .
Bana yaşattığın her an'a sonsuz teşekkürlerimle.
Mutluluk bana göre yaşlanıyor olsanda çoğalmaktı kesinlikle : )
Daim OLsun.
SevgiyLe OLsun.