29 Aralık 2010 Çarşamba

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ. . .


Bu dizi “dizi seyretmem” kuralımı bozdu.
Dizilmiş gibi peşime, merak ediyorum her bir konusunu.
İçim acıyor her defasında.
Cümlelere, arada söylenen dizelere, bize gönderdiklerine gözümü kulağımı açıyorum.
Dönem benim dönemim.
Oralara dönmeliymişim.
Ama o eve değil, BEN benimki olsun isterim.
Her neyse konum bu değil pek tabi ki…
Küçük Osman var ya orda bir tane.
O’dur benim bu yazıdaki gözlemim.
Ne laflar var Osman’da.
Yüksek ihtimal son bölümde büyümüş olarak çıkacak karşımıza.
Büyümüş bir insan küçük halinden ne taşırsa o gelir karşına.
Bu yazı işte bunun için yazıldı.
Hani diyor ya bazen küçük Osman, o altına girdiği masada yada kime denk gelirse sarıldığı o kucakta “ben her şeyi görürdüm ve büyükler bilmezdi” diye.
Bilmez miydik gerçektende.
Yada soru sormayayım aslında bence de öyle.
Katılıyorum Osman’ın bu repliğine.
Çünkü bazen Kayra’da böyle şeyler söylüyor bana.
Bazen durumlara göre yalanlar söylüyorum ona.
Babası hakkında, tüm dünya hakkında, belki bazen kendim hakkında, o anki durumu kurtarmak hakkında ve her ne varsa O hakkında (!) ben bazen yalanlar söylüyorum ona.
Sanıyorum ki kandırıyorum onu.
Kanmıyor, kanmıyor(muş) oysa.
Geçen bana tuhaf bir şey söyledi.
Biliyor musun anne “ben her şeyi görürüm” dedi.
Tanrım öyle ürküttü ki beni.
Bugüne kadar neleri bilmişti.
Benim pembe yalanlarım ona ulaştığında siyaha mı dönüşüver mişti?.
Dondum ve korktum kaldım öylece.
Aklıma hemen Osman geldi, hani şu an bize hikaye gibi anlatıyor ya her şeyi.
Yüksek ihtimal son bölümde büyüyecek ya karşımızda, neler anlatacak bize filmin sonunda.
Ve sonra Kayra büyüdüğünde neler söyleyecek bana?..
Babası hakkında.
Dünya hakkında.
Kendim hakkında.
Ve her ne varsa O hakkında.
Doğrusu ya, ben Kayra’yı değil, kendimi kandırmamaya karar verdim bundan sonra.
Yalan yok, görüyorlar her şeyi.
Onlar mı küçüktü, yoksa büyükler mi?
Yoksa ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN MI Kİ?...

28 Aralık 2010 Salı

AYŞE ARMAN'ın DUBAİ'ye VEDA MEKTUBU HAKKINDA : )


Bilirsiniz hani bayırılım ben bu kadına.
Yine öyle bir durum var aramızda.
Yazı hakkında yazmadan önce fotoğrafları kesinlikle şahane.
Söylemesem ona haksızlık ederim herhalde.
Uzun upuzun bir veda mektubu yazmış ARMAN Dubai'ye ve orada tanıdığı herkese.
Özeti bu.
"Yüreğinin götürdüğü yere gitmiş olması" olmuş en büyük mutluluğu.
Olmadan önce o da tırsmış senin gibi, benim gibi, herkes gibi.
Hani devasa yaparız ya karşımızdakileri.
Yok öyle değilmiş oda bizim gibiymiş.
O da öyle korkulara bandırmış ki  kendini; ııııımmmm galeta ununa batırılmış bir nugget gibi : )
Diyor ki yazının bir yerinde;
Ve sonra... O güzel bakan adam çıktı karşıma, sevgilim. Onun peşinden geldim bu şehre. Siz aldanmayın öyle “cool” durabildiğime, “Ha İstanbul ha Dubai ne fark eder ki” diyebildiğime... Üç buçuk atıyordum korkudan! Bir de, Hıncal Uluç’un uyarıları: “Ayşe bitti! Uzaktan kumanda gazetecilik olur mu?” ıtiraf edeyim çöktüm, kendi kendime “Bu kadarmış, buraya kadarmış!” dedim.
Buraya kadar değil miş ki işte; bu yazı yazılıyor hem on'ca  ve de hem ben'ce.
Bir sürü insani şey yakaladım ben bu cümlede.
1-Bence insan "yaşadığı sürece yüreğinin götürdüğü bir yere bir kere bile olsa gidebilmeli"
2-Bir sürü insan konuşmuş, hatta konuşmamış burnunu sokmuş her şeye; o korksa da hepsinin karşısında dimdik durmuş, içinden tırsmış olsa bile : )
''E ne olmuş, insanlar hep konuşup durmuş, ama o onlara "rağmen" mutluluğu bulmuş, konuşanlara ne olmuş, hala daha konuşur dururlarmış, durum buymuş.

Buradaki sonuç Charles BUKOWSKİ'ye gidiyor; "İnsanların hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyerek, hayatımı 10 yıl uzattım."
Herkesin onun hakkında aldığı karara "rağmen"; hem ömrünü uzatmış bence ARMAN; hem mutlu olmuş; hem yapabileceğine inanmış, hem de yapabileceğini görmüş.
Bence şahane : )
Korkmak insani bir duygudur; Ayşe de korksa bile yüreğinin götürdüğü yerde korkusuna değil en çok da kendi bildiğine tutunmuş.
Sonuç ne olmuş; hem kocası olmuş, hem saçları telefon kordonu Alya olmuş, hem ailesini kurmuş, hem de Ayşe  kendini bulmuş, dışındaki şanslı insanlar, Ayşe'nin içindeki o daha güzel insanı çıkarmışlar.
E ne mi olmuş, daha ne olsun, tüm bunların sonunda bu yazı olmuş.
Okurken niye bu kadar keyiflendim sanıyorsunuz, onun öğrendiklerini ben de attım kendim cebime.
Ha bu arada ben neyi mi öğrendim;
Uzun bir cevap vermeme gerek var mı?
Yüreğimin götürdüğü yerlere gitmeye niyetlendim.
Gelir misiniz?
E o halde;
Bence siz de ÖĞRENDİNİZ : )
Belki herkes Dinçel delirmiş der, belki de korkular peşimden gelir, beni takip ederler, belli mi olur; belki de herşey susar, ben de yeni bir yazı yazarım size gittiğim yerden..

Bence böyle olur; sizce?...
SevgilerimLe : )

23 Aralık 2010 Perşembe

M E R V E ' y e . . .

Hoşgeldin Merve.
Hem buraya ve hem de DinçeL dünyasına.
İkisine de uğramalarda çok fazla zaman geçirdik seninle.
Zaman geçerken ben en çok uzaklıkların birini sevmiş olmasına engel olmadığı deneyimime sevindim.
TanseL o meşhur çemkirmelerimizde : ) hadi öyle demeyelim efendi efendi yazayım: ) o muhteşem atışmalarımızda birgün bana BOYNUKALIN'lardan uzak dur, onlar senin boyunu aşar demişti.
Dün gibi aklımda.
Doğrudur; boyumu aştın, aştın ama kesinlikle Sevgi'nle, yüreğinle, ışıltınla, değerlerinle, geleneğinle...(burası sürer gider.......)
Abartı değil bunlar, sor seni daha yakından tanıyanlara eminim ki onlarda söylerler.
Bu bir tesadüf değil.
Biliyormusun seni bazen yeşil bir keseye benzetiyorum ben.
İçinde bunlarla dolu o yeşil kese.
İçi parlıyor.
Dışı da öyle.
Acaba niye.
Behlül vardı ya hani bir filmde, gerçek adıyla Kıvanç TATLITUĞ, ne diyor du bir reklam repliğinde...
Vayyy vayy vayy vayyy.....ÇOK OLUYOR BU MAVİ...
Senin YEŞİL'de benim için öyle.
O yeşil ve o da çok oluyor bence.
Dedim ya işte...
En çok da SEVGİ'de....
Uzun uzun yazmayacağım sana.
Kısa ama sen varsın orada.
O yeşilin kucağında.
O yeşilin pırıltısında.
Sen yaşadığın sürece, biliyorum ki daha da çoğalacaklar sendeki ''herşey'' o yeşil kesede.
Ben eminim.
Sen.
İstersen sor herkese.
Sevgilerimle : )

17 Aralık 2010 Cuma

S A N A . . .



En son ne zaman uğradın buraya : )
Unuttuğumu sanma, yazacağım senin için dedim ve başlıyorum da zaten yazmaya.
Sana dair şeyler olacak bu yazıda, hazır mısın duymaya.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Seninle tanışmaya ben fırsat diyorum.
Biraz da teknolojik mucize.
Teknolojik kısım için Marc Zuckerberg'e teşekkür etmem gerekir herhalde.
Ya da hepimizin toplanıp bir teşekkür partisi vermemiz gerekir kesinlikle.
Facebook mucizesi, onun eseri.
Biz onun hayalinde buluştuk seninle bir yerlerde.
Milyonlarca insan arasından buluştuk bu sayede.
Bu mucizeyi yaşadığım sayısı çok az insandan biri olmak senin farkındı bence.
Ayıkladım sanki seni pirinç tanesi gibi.
Ama sen başka bir taneye dönüştün.
Yumak oldun bana sevgin, bilgin ve öğreticiliğinle.
İhtiyacım olan herşey gibiydin.
Seninle yaptığımız o son sohbette, bloğumu sordum sana; beni göklere çıkaran cümleler gerçek mi diye hiç düşünmedim.
Bilirim ki gerçek olmasaydı öyle söylemezdin.
Ben öyle kendi halimde evrene kelimeler gönderirken, sen daha çok yere ulaşmalı diyordun bu sözler.
Aldım cebime koydum. (1)
Benim yolladğım bir cümleyi anımsattın bana (evet hani şu alıntı cümle var ya: )
Şöyle diyordu ya o cümlede ; "İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlarda insanların; fırsatlar bekler, insanlar bekler ama kazanan hep mazeret olur"
O sohbetten önce ki Dinçel tanımı "hah işte tam da bana uyan bir mana" olurdu herhalde.
Sohbetten sonraki tanımımda ise birden 2 kat küçük geldi üzerimdeki entari kendime, ah birden geliştim ve.... "hadi kızım Dinçel, yokla ceplerini" dedim kendi kendime.
Baktım tabi ki yine ceplerime, çıktı işte bana yeni bir fırsat cümlesi, "hımmm ne demek istiyor muşsun bana oralardan" iyice duydum seni.
Bu konuyla ilgili benim sana cümlem ise biraz slogan gibi.
"Fırsat sensin, mazeretin canı cehenmme"
Bu mevzuuyu da aldım tabi ki koydum cebime (2)
Sonra bilirsin işte uzun uzun hayata dair uyanışlar sohbetleri.
Bilmezsin sen bana neler ettiğini.
"Bakış açını değiştir" demiştin ya çok zaman önce, o kılavuz falan değil, başıma gelen her durumda hayat kurtarıcım oldu benim.
E ne yaptım ben attım bunu da tabi ki cebime (3)
Bu bilgi yaklaşık olarak 3 yıldır cebimde, sadık kaldım ben her daim bu mucizeye.
Mucize diyorum çünkü bendeki etkisi öyle.
Her neyse "an" gibi kısa gözükebilir bunlar sana, ama çok yol almamı sağlıyorlar.
Biliyor musun bu gün ne zamandır basılı duran pause düğmemden elimi eteğimi çektim.
"Çalıştır" düğmeme rast geldim.
Bilerek ve isteyerek.
Bir dergi editörüyle görüştüm az önce.
Bana en kısa zamanda ulaşacaklarını söylediler.
CV olarak burayı gösterdim.
"DinçeL'in Yerini"
Bilmiyorlar ki CV'im deki senin etkini.
Kelebeklerden bahsetmiştik ya birbirimize zaman, zaman önce.
O kelebekler uçacaklar bence.
Karnımdaki yerlerini evrene göndermek niyetindeyim.
Kanatlarında benden söz'ler göndersinler evrene...evet gerçekten artık bunu istemekteyim.
Belki de zamanı vardı.
İpek böceği hikayesi gibi.
Belki de artık uçmak zamanı.
Ben uçuyorum ama bunu bir tek SEN biliyorsun.
Evren sesimi duyduğunda o mutluluk konuşmasını yaptığımda ben en çok da içimden sana teşekkür edeceğim.
Yazımın bitişinde sana Prensesin Uykusu'nda en çok rast geldiğim cümleden bahsetmek istiyorum.
 En çok duayen oyuncu Genco ERKAL'ın ağzından çıkıyordu bu replikler.
"İŞARETLERİ TAKİP ET, İŞARETLERİ TAKİP ET"
Evrendeki herşeyin birbirine bir şekilde değdiğine inanırım ben, kelebek etkisi dokunuşlarda büyük mucize hikayeler bilirim.
Bana yaptığın budur son 2 günde.
O gün ben sana dokundum, sen beni duydun, paket yaptın beni, evrenin kucağına savurdun.
Sebep bence işaret'lerdi.
Sana yazacağım demiştim ya, işte buydu bu yazının sebebi.
Bu arada birden çıktı bu yazı.
Daha uzun düşünseydim özetle yine böyle olurdu ama üzgünüm ki bugün acemi gibiyim.
Her neyse;
Sevgiyle KaL.
Teşekkürler herşey için, bildiğin ve bilmediğin her iyilik için : )

N O T L A R : (1)  Adını yazmadım buraya, Sen, senin için olduğunu biliyorsun diye...
(2) Aslında bu yazıda geçen her cümle bu yazıyı okuyacak herkes için yol verecektir ümidindeyim, benim şansım, bu yazıyı yazmama sebep olan dostluğumdu; sizin şansınız ise; buraya uğrayıp bu yazıyı okuyuşunuzdu : )

Bugün'Ce : )

14 Aralık 2010 Salı

PARDON BİZ NEREYE AİT ' iz ? . .

Yani evet çok soruyorum ben bu soruyu kendime.
Gördüğüm her yapıda, her kadında, her erkekte, her modada, bilemedin belki lolilop'ta : )
Nereye ait'iz diyorum ya yazım da, bence yok bizim bir İz'imiz.
Takip etsek yıllar sonra bulunamayız hiç birimiz.
Öyle değil ama 60'lar-70'ler, hatta daha bi eski'ler.
Naftalin gibi kokmasın diye koymuyorum onları bu yazıya.
Hepsinin saçı aynı o yıllardaki kadınların.
Pabuçlar, etekler ve bluzlar.
Plaklar ve dans'lar.
Bakışlar ve anlam'lar.
Adamlar.
Doğurulan çocuklar.
Edep'ler, haya'lar.
Pek bir özgür'ler ama pek bir de ahlak'lılar.
Savrulmuş etekleri uçuşuyor resimlerde.
Ama o özgün-sağlam kimlikleri savuramaz hiçbir şeyin haşmeti...
Onlar öyle.
Bizim gibi değil, kimlikli.
Biz de ise kimlikler çeşitli.
Herkes kimlikli (!) ama yok kimsenin asaleti.
Ne olduk biz.
Niye bittik.
Şarj etmemiz gerekse bizi, nereden dolmaya başlayalım dersiniz.
Öz'e dönüş hikayesini yazmaya başlasak.
Mutlu son ekler miydiniz?
Resimler ise olsun festival.
Siz "Siz" olun yeter ki, katılmak isterdim ben o renkli festivale.
Adı da konsun peki.
Mutlu, özgün, özgür insanlar topluluğu.
Hımmmmm!...
Ne dersiniz?.
Bence artık biz biriyiz : )

P R E N S E S İ N U Y K U S U : )




Bana bir yönetmen seç deselerdi seçerdim seve seve kendisini.
Olurdu benim yönetmenim.
Seyrederdim tüm filmlerini, kapardım tüm repliklerini.
Çağan IRMAK yapmış yine yapacağını.
Prensesin Uykusu'da katılmış yine onun kervanına.
Aslında seyrederken biz daldık yine onun iç dünyasına.
Ben izlerken onun ruhunu izliyorum en çok filmlerinde, birçok sahnede.
Konuştururken yeni kişilerini kendinden haberler veriyor gibi geliyor bana her bir karede.
Sanki ham'mış, ol'muş, bit'miş gibi.
Ne öğrendiğini bizlere fısıldar gibi.
Laf aramızda birilerinden etkilendiğine bile şahit oluyorum ben bazı sahnelerde.
Aziz'in Gizem'in günlüğüne yazdığı şu cümleler Mevlana'yı anımsatmıyor mu size de?..
"............Kader değiştirilemez, değiştirilirse kader olmaz diyenler var, olmasın varsın! Hiç bir şeyin değiştirilemeyeceği bir dünyada yaşamak ne umutsuzca olurdu değil mi? Başına gelmiş kötü bir olay, öyle bir gün gelir ki olması gerektiği için olmuş ve daha iyi bir şeye neden yaratmıştır, bilemezsin........."
Derin biri şu Çağan; hakikaten çok derin.
Her filminde insan dünyasının içerisini anlatıyor bize duyalım diye.
İç seslerle konuşuyor o bence.
Dışarıyı görmek kolay, bence içeriden bakabilmek asıl olay.
Budur işte onun başarısı.
Sanki kendi içinden duygular gönderiyor bizlere.
Kılavuz gibi koyun cebinize diyor sanki hepimize.
Issız Adam, Babam ve Oğlum, Karanlıktakiler, Prensesin Uykusu  . . .
Dikkat edin sanki hepimizin birer kuytusu.
Onlara bakınca insan;
Ayna ayna orada duran ben miyim diyor acaba?.
Ve ayna kıs kıs gülümsüyor bence bu duruma.
"Bana bakan bu kişi Çağan'ın insan'larından biri galiba" diyor bence ayna.
Çünkü Çağan filmerinde; aynaya düşen akis'ler gibi bizi bize gösteriyor.
Budur benim Çağan IRMAK'tan anladığım, farklı bir şey görüyorsanız buyurun bir zahmet siz de aynaya bakın : )
Ha bu arada;
Ayna ayna, söyle bana. . . . .

13 Aralık 2010 Pazartesi

PANDORA'nın KUTUSU : )

Pandora; Tanrı'lar Armağanı demektir...
Efsane'ye göre bilirsiniz ki Tanrısal güzellikte ki Pandora'ya evlilik hediyesi olarak verilmiş kutunun açılmaması gereklidir.
Ahhhh Pandora !...
Yenik düşer tabi ki merakına : (
Açar kutuyu.
Savrulur içindeki tüm kötülükler dünyadaki en kuytulara.
Son anda ne olduğunu anlayıp kapatır ya;
Orada insanlık için bir umut kalmıştır artık o anda...
Bayılıyorum mit'lere.
Başka kaynaklarda kutudaki umut kelebek diye anlatılır.
Minicik cılız kelebek son anda kapatılan kutunun içinde kalabilmiştir.
''Lütfen beni çıkarın, dışarıdaki kötülüklerle ancak ben baş edebilirim" demiştir.
O minik kelebeğin adı aslında ümit'tir.
Ümit etmek cılız yerlerde bile kocaman bir dev'e dönüşen bir şeydir.
Ümit benim en sevdiğim beraberliğimdir.
Senin de öyle.
Ümit bize Tanrı'dan gelen bir hediyedir.
Belki bu bir efsane; belki de tırışkadan bir hikayedir.
Efsane de olsa; hikaye de olsa Ü M İ T paha biçilmez bir hazinedir.
Rica etsem minik kelebek dünyayı yeniden güzelleştirir misin?...
Ümit ya işte;
Bak ben hiçbir şeye değil de; yine de tutunuyorum o minik kelebeğe...
O kelebek uçuracak bizi İYİ'ler ülkesine : )
Hadi canım deme sakın.
Bence bu hikayeyi aklınıza yazın : )

8 Aralık 2010 Çarşamba

VE ÖLÜRKEN : (

Bu yazıyı yazmama sebep olan şey ölmek üzere olan bir kadının son isteğidir.
Bilirsiniz işte gazetelerin magazin sayfalarında onlarla ilgili haberlerde "Cemiyet hayatının önde gelen isimlerinden......." diye bahsedilir.
Onlar hep "en"dir.
Tanımayız onları biz.
Sadece ışıltılarını seyrederiz.
İşte onlardan biri Ceyla GÖLCÜKLÜ...
Onunla ilgili yazılan haberlerde Petrol kralı Shery SHAHNAVAZ'la evliliği ve olaylı boşanma olayının ardından 140 milyon dolarlık aldığı tazminat davası yazıyor tüm gazetelerde.
Valla yaşarken şahane bir durum bu, tamam da; ama çevirelim bence madalyonun arka tarafını da.
İşte şimdi başlıyor bende ki yazı!
Özel kanallardan birinde izlediğim bir ana haber bülteninde (!) ; bu arada ışıltılı haberler her yerde : )
Ceyla GÖLCÜKLÜ'nün hastaneye kaldırıldığında ki son isteği eski eşini son kez görüp "helalleşmeyi" istemesi olmuş, eski eş duyduğu gibi fırlamış ilk uçakla bu isteği yerine getirmek için.
Çok takdir ettim doğrusu.
Fakat ağrılarına dayanamayan güzel kadın 6 gündür uyutulmaya başlandığı için bir türlü verilememiş "helallik".

H E L A L L İ K ! ! !

Bu çok ama çok önemli bir ayrıntı benim gözümde.
Gözümüzü kulağımızı açıp tekrar tekrar hatırlatmalıyız bu hadiseyi kendimize.
Ölüm kapımıza geldiğinde, ölüm bize ızdırabını yaşatmaya başladığında demek ki her insana aynı şeyi yapıyor.
Zengin-fakir, güzel-çirkin, soylu-soysuz vs.dinlemiyor.
Ölüm benim anladığım şu ki en çok da kul hakkından zorluyor bizleri.
Değil midir ki, babaannem anneme yaptığı her türlü eziyete rağmen annemin ismini sayıklaya sayıklaya ama annemin ona verdiği helallik hakkıyla mutlu bir ölüye dönüşüverdi son an'da.
Bilirsiniz işte ölüm tehlikesi geçirmiş insanlar hani hep derler ya; tüm yaşantım gözümün önünden film şeridi gibi geçti diye, geçen o film karelerinde o son nefeste belki de en çok da "kul hakkı"nda duruyor resimler ŞLAK! diye.
Öyle olmalı ki ölüm bize aldığımız helalliklerle yakışıyor en çok da demek ki.
Bu yüzdendir ki; bana her yaşattığı şeye rağmen oğlumun babası dahil, ıııımmm mesela aldığım mantıyı alacağımdan daha fazla tartan o yaşlı kadınla, benim çantamı taşımış havaalanındaki o çocukla ya da ya da ne bileyim hergün bana leziz yemekler pişiren annemle ve herkesle v.s. helalleşmek benim ölürken duyacağım en büyük keyfimdir.
Çok şükür ki kalmamıştır kimsenin benim bildiğim kadarıyla hakkı üzerimde.
Birde öyle bir durum yaşarsın ki, bir Allah'ın kulu düzünü çevirir tersine senin; sebebini bilmezsin, niyetini bilmezsin, soruların  vardır ama cevaplarını bilmezsin, bilinmezliğe dönersin.
Sonra hepsi geçer.
Hepsi geçer de....ama bir şey var ki, birgün kapına gelmiş postacının eline tutuşturduğu zarfta hiç değilse "Hakkını Helal Et" cümlesini ararsın, bulamazsın ya; işte onu her daim hatırlarsın.
Sorulmamıştır ya sana, gerek duyulmamıştır ya; en çok ona içerlersin ama "alınmamış olduğu için verilmemiş helalliğin" senin elinde tuttuğun en şahane mücevherin olur.
Ve beklerim ki ben ölüm an'ı bunun için her 2 tarafa da nasıl bir sunum bulur?
Budur işte benim bu soylu güzel kadının çırpınışından öğrendiğim.
Öğrenememişlere cevabım ise; yazık size demek olur herhalde.
Yazık ki insan yükü her daim kalacak üzerinizde : (
Ben bunu dile getirdiğim sürece . . .

3 Aralık 2010 Cuma

ÇÜNKİ SEVGİ DÜNYANIN EN GÜZEL ŞEYİYDİ!...


Dün yaşadığım şey; kesinlikle bu başlığa eş değer birşeydi.
Günüm sevmekle, sevilmekle ve sevinmekle geçti.
E peki ama sevgi neydi?
Bu soru sanırım sorulmuştu yıllar önce bir Türk filminde.
Cevabı da yine bulunmuştu filmin bir karesinde.
Sevgi emekti, sevgi gerçekten sevmekti.
Dünkü yaşadığım şey, "ne ekersen, onu biçersin"di.
Bir yerlerde ektiğim, ektiğimi bile unuttuğum nice sevgi tohumlarım dün bir yerlerde sözleşmişler gibi çiçek bahçesine çevirdiler içimi.
Sanki tüm niyetlerim kabul edilmiş gibi, içim rengarenk bir ritüele dönüşüverdi.
Mutluluğun resmi çizilemezdi ya hani, biliyor musunuz benim doğum günümde yüreğine dokunduğum-yüreğime dokunan herkes bu resmi çizdik dün hep birlikte.
Mutluluk dün;
Susmayan telefonlardı kesinlikle.
Facebook'ta yağmur gibi yağan özel ve genel mesajları sevinçle okuma ve akşama kadar her birine ayrı bir özenle cevap yazabilme hissimdi kesinlikle.
Beklediğim bir şeyin tam da beklediğim anda gerçekleşmesiydi bence.
Işıl ışıl hediye paketleriyle, bayram yeriydi dün yaşadığım aile: )
Ama ama en güzeli de oğlumdu kesinlikle.
Kapıyı çaldığımda geç açılmasının sebebi; karanlıkta parıldayan kocaman süslü bir pastayı, oğlumun "anneciğim, bu senin için" diyerek çığlıklar attığı sevinçti bence.
Arkasına sakladığı ya da minik cüssesinden arkasında saklayamadığı boyundan büyük çiçek demetiydi dün mutluluk bence.
Dün her bir yerime sonsuz sevgiler bulaştı yine.
Tebessümü hala daha yüzümde.
Bulaştırıyorum bende her gördüğüme.
Bayılıyoruz diyor herkes, bu mutluluk bu enerji nereden geliyor, merak ediyoruz?..
Herkes bilmeli ki bu benden değil, biribirine değerek dökülen domino taşları gibi, içimde şelaleye dönüşen herkesten bana değen sevgiden gelmekte.
Dokunduğum her bir yerden.
Dedim ya işte, belkide sevgi ektiğim yerlerden.
Büyüyorlar içimde.
E dışıma da çıkıyorlar nihayetinde.
Sevgi böyle birşey işte, yumak gibi.
Yumak gibiydi dün baktığım her yer.
Sobanın kenarında o "sevgi yumağıyla" neşeli oyunlar oynayan bir sevimli kedi gibiydim ben dün kesinlikle.
Sevgi neydi?
Bir kere daha sorulsaydı eğer, dün benim için el birliğiyle - yürek birliğiyle çizilmiş o kocaman rengarenk resmi gösterirdim hiç şüphesiz ki.
Sevgili Dün . . .
Bana yaşattığın her an'a sonsuz teşekkürlerimle.
Mutluluk bana göre yaşlanıyor olsanda çoğalmaktı kesinlikle : )
Daim OLsun.
SevgiyLe OLsun.

25 Kasım 2010 Perşembe

37 Yaş'a Veda : )

02.12.2009
Yaptı beni 39 diyeceğim uysun diye ama yok yaptı beni 37...Uyuz : )
Annemin söylemesine göre sabah doğmuşum, annemden öte bir bilgi bulamayacağım için bu bilgiye sadık durumum.
37 yaşın ilk sabahı ise çok ama çok mutluyum.
Nöbetten çıkmışım, karnımdaki kelebeklerle konuşuyorum.
Uzak bir yerden gelen biriyle sarhoşum.
Gün içinde gelen telefonlarla ve facebook'daki bir dolu mesajla sanırım artık yukarılarda yaşıyorum.
Aile sevgisi ise başucu yine, her zaman önde : )
Doğumuma övgüler beni mest etmekte.
E itirazım yok tabi ki, "iyi ki doğdum" yani, bence de öyle : )
Bu kadar mutluluk uğrarsa bir insana ne olur, o insan bu durumu "sonsuz" bulur.
Umut onun yol arkadaşı olur.
Mutlu son kapıda der durur.
Aaaaa üzgünüm ama istisna bir durum olur.
Herşey puffff olur.
İşte yazı yeni başlıyor : )
37 yaş'a gelmiş olmanın en güzel durumu da, artık bu durumlara hazırlıklı bir insan olmuş olmak olur.
Bir insan 37 yaşına kolay gelmediği için öğrendikleri de boyunu aşmış olur.
Yani öyle beklenildiği üzere offf, pofff, pufff yazısı yazamadığım için çok üzgünüm ama bende durum budur.
Az önce yine dinlediğim Nil'in neşeli şarkısı eşlik etsin bana yazımın geri kalan bu kısmında.
"KENDİMİ BUNLAR İÇİN Mİ YORUCAM BEN, KALBİMİ BUNLAR İÇİN Mİ KIRICAM BEN"
E bence de öyle.
Tam bir felsefe bu cümle bana göre.
Bu yüzdendir ki öpüp koyuyorum başımın üstüne.
Kolay öğrenmiyor insan kendini bu kadar çok sevmeyi.
Kolay öğrenmiyor insan; sana layık olmayana hemen oracıkta güle güle demeyi, hatta onu bile dememeyi (!)
Kolay öğrenmiyor insan; yeniden önüne bakabilmeyi.
Yaşamın sihrinin kendi devam eden yaşamına sarılmakta saklı olduğunu kolay öğrenmiyor insan çünki.
Ha şunu da erken öğretmeliymiş aslında yaşam insana;
"Kulağının dibine kadar söylenirmiş de bazı şeyler, ben duymaz mışım; şimdi gerçekten DUYMAYI öğrendim, diğer durumda ben temiz, saf giysiler giydirir mişim karşımdakilere eğri dikmeyi bilmez terzi halimle, sanırım da bu yüzden görmez olur, lal olur, sağır olur muşum, e ne oldu şimdi, karşımdaki karşımda çıplak kaldı, ben yine bildiğim en pak entarimin içindeyim : )
Bu bilgiye ulaşmak  ise 37 yaşın marifeti olacakmış demek.
E ne diyeyim iyi ki geldim ben bu yaşa.
Bu yaşımda öğrendiklerim de yine ödül bana.
Yaşadığım hiçbir şeyden pişmanlık duyamam ben, onlara saygım her daim olacak elbet; ama ben yine de Nil’in bu eğlenceli şarkısı için facebook'da yazdığım Dinçel notumu da ekleyeyim yazımın burasına : )
Aynen şöyle yazmışım yakın bir tarihte;
Bu şarkıyı hayatımda ilk defa paylaşım haline getirmemin sebebi bir kitapçıya yürürken duyduğum ve beni neşelendirmesine sebep olan müziği, ruhu ve lezzetidir, üşenmeden sözlerini merak ettim, Allah'tan felsefesini çoktan var etmişim de hayatımda; zira "Kendimi bunlar için mi yorucammm" cümlesini şarkı olarak değil de hayat kurtarıcı cümle olarak keşfim bana çok şey katmıştır kendi hayatımda nitekim...
Gelelim "ben seni kopardım attım, kendimi toparlıyorum" cümlesine; e bence şahane : ) kopardığın şey için üzülme, onu kopardıysan bakma artık ardına, buyur toparla bi zahmet kendini, uğra kendi alayına; şarkıda geçen Kötü Kedi Şerafettin'le ise hepimiz bir yerlerde karşılaş mışızdır bence, canımız ve ciğerimiz kalamamalarının sebebi ise kötü bir kedi olmalarındandır herhalde, yoksa başka daha ne?...
Ama onlarada söylenecek söz ne var ki yine de ;
Kalbimi bunlar için mi yorucam beeee olurdu herhalde di mi?
Budur benim 37 yaş olgunluğum.
Bu olmasaydı eğer nasıl mutlu geçerdi gelen diğer günler.
En güzeli de benim oğlum artık gördüğünü okuyabilen bir çocuktur.
Annesi ona bakıp hayatında olmasına şükredip durur.
Yeni haberler, yeni durumlar, aile ve dostlar,
DinçeL 37 yaş'a da yine zenginlikle damgasını vurmuştur : )
Hal böyle olunca da; yazılır pek muhterem 37 yaş'a veda, en Ala'sıyla : )
Ama birşey daha var ki teşekkür etmek isterim beni bu kadar büyütmüş olan diğer yaş'larıma da : )

22 Kasım 2010 Pazartesi

B A Y R A M T A T İ L İ hakkında : )





Tatildi bir kere.
İsmi bile yeterdi beni deli etmeye : )
Delirdim de.
Bayıldım 9 günün hayatıma "tatil" olarak "save" edilmesine.
Nice kayıtlar bekliyorum hayattan her daim böyle.
Bunun için hiç sebep kalmasa, kendimi deli bile ilan ederim seve seve.
Olsun adı "Deli Bayramı"
Kutlarım ben onu her haliyle : )
Şarkılarda söylediğine bakmayın siz,
''Hiç bir zaman hayat bayram olmadı ya da her an nefes alışımız bayramdı'' diye.
Benim için bayram; tatil olmakla aynı kıvamdaydı : )
Iıııımmmm nasıl desem Dr.Ouetker'in şelale kıvamındaki çikolata sosu gibi.
Aksın her yerime tatil...
Aksın tatil sayesinde her yere bendeniz : )
Ooooohhhhh ben ve keyfimiz, süperiz . . .
Ağbim gelmişti bize.
E bayram daha bir bayram oldu gelişiyle . . . 
Sevgili Kardeş. . .
Hoşgeldiniz: )
Gelişinizle her yeri yine bayramlara çevirdiniz. . . 
Sizi Seviyorum tatil ve kardeş dünyası . . .
Bana yaşattığınız mutluluğa her daim talibim bendeniz : )

N o t : Ne kafiyeli bir yazı oldu bu, okurken kaldım nefes nefese, e ağbiye kıyak çekmek var ziyadesiyle : )

11 Kasım 2010 Perşembe

K E L İ M E L E R . . .

Kelimeler beni çoğaltır.
Ya da öyledir çoğu zaman.
Söylerim, ikna ederim, yazarım, etkilerim, o deliğe girerim.
Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırdı ya hani bir özlü sözde, bu sözde ben deliklerden içerilere girerim kelimelerimle...
Böyle bir etkisi var kelimelerin üzerimde.
Etkilerimi bulaştırırım her bir kişiye.
Ama ama bazen öyle şeyler oluyor ki, aynı kelimeler bir deliğin içine kapatılsın da orada saklansın, orada kaybolsun diye hüzünlerime de dönüşebiliyor.
Çıkıyorlar ağzımdan birer birer, aynı kelimeler beni bir sakar yapıyor.
Kelime sakarı oluyorum o anda.
Onlar bir anda çıkıyorlar ağzımdan ve bir daha geri alınamıyorlar.
Ustaca kullanırdım ya onları, niyetimde kimseyi üzmeden kırıp dökmeden söylenen kelime dizinleri benden çıktığında karşımdakinin beyninde save edilir, geri dönüşsüz bir yere gönderildiğinde benim pişmanlıklarım da yer bulur kendine bir yerlerde, belki de en çok da tepelerde : (
Hal böyle olunca kelimelere sığınmak isterim yine de.
Özürler bin kere edilir.
Pişmanlığım ezilir.
Yok bence kelimelerime biber sürülmelidir.
Bunu bir daha yapmamak bana öğretilmelidir.
Kırdım bugün bir dostumu.
En iyi niyetimle hem de.
Cehenneme giden yol yine iyi niyet taşlarıyla örülüydü işte.
Oysa bilmem gerekli ki ağzından laf çıkaranların düşünmesi, tartması, yutması gerekirdi.
Bu bende hep böyleydi.
Ama insanım ya, şaştım ve beştim herhalde.
İnsanoğlu şaşar ve beşer kuralına uydum bende.
Yüreğimdeki iyi niyetlerimle kabul eder misin beni yeryüzü cennetine yine de . . .

KOMİK ŞEYLER : )

Yıllardır beklediğim an nihayet gerçekleşti.
Kayra bana "ne kadar komik bir annesin" dedi.
Bu bana bir değil birkaç ritm birden verdi.
Ne zaman diyecek diyordum.
Beni her anneden ayırsın istiyordum.
Her anne muhteşemdir ama komik olanı çok yok piyasada : )
Deli olanı da : )
E benim de hünerim bu.
Tamam diğer anneler gibi yok bende öyle pastalı börekli maharetler ama,
E bende de onlarda olmayan komiklikler var, yaaaaa : )
Deli gibi gülüyoruz Kayra'yla herşeye.
Bu durum bence kesinlikle şahane.
Komik olmalı bence biraz her insan.
Her insan olur anne, baba, en has evlat.
Ama bunlar rutin durumlar.
Bana komik olanlarından gerek.
Gülmek gerek.
Kıpırdamak-kıpırdanmak gerek.
Hayat yeteri kadar yorucu.
Yapmıyor bizi bunlar doyumlu.
Gülünce herşey geçiyor teğet.....Öğğğğkkk (teğet kelimesine var mı yakın bir kelime, bir eş)
Her neyse diyeceğim şudur ki,
Kayra beni komik buldu.
Yaşasın nihayet benim farkımı buldu.
Yaşamımın anlamı buydu.
Kayra'ya katacağım en önemli şey de zaten şuydu : )
Komik ol, ama komik durumlara düşme.
Hep gül ama, kimseye kendini güldürme,
Herkesle gül ama kimseye gülme.
Gülmek değerlidir ama onu değeriyle yaşamayı bil.
Ölçünü bil.
Sevmeyi bil.
Ve umarım bu paket program sana mutluluklar getirir.
Dilerim hikayen güzel olur oğul.
Dilerim en çok da komik olur :)
Dilerim öyle olur : )

9 Kasım 2010 Salı

M A S K E . . .


Vardır evim de maskelerim.
Renk renk ve çeşit çeşit.
Evimde olmalarının sebebini ise bir ben bilirim.
Eskiden çokça takardım onları yüzüme.
Gülümser dururlardı her şeye (!)
Gülümsemezdim içimden aslında ben her şeye.
Öyle görünmek isterdim.
Yok ama çoğu kez öyle değildim.
Çoğu kez üzgün gezerdim.
Bu oyundan sıkılınca, fırlattım onları bir gün bir kenara.
Takmamaya karar verdim bu fırsatta.
Birer birer evimde olmalarının sebebini kimse bilmez ama,
Bu evdeki insanların yüzünde maske yok demektir aslında.

"Bu evde maskeler sadece bu tahta yüzlerde, onlar sahte, ama evin içindekilerde yok böyle bir hadise" demektir bu aslında : )

İşte budur evimdeki maskelerin sırrı.
Takmıyorum yüzüme ben artık onları.
Onlar sadece duvarlarda, bizim evde.
E buyurun o zaman Dinçel 'in "gerçek" evine : )
Bahse girerim gördüğünüz her şey aynen gerçek öyle.
Sade ve sadece : )

KRAL ÇIPLAK ! . . .

Ne çok insan sığdır mışım hayatıma, ne de çok insanın sığmışım hayatına.
En çok da böyle olanlarını sevmemişimdir.
Kral zannetmişlerdir kendilerini, kral zannettirmiştir etrafındakiler de.
Giyiniksiz çıplak vücutlarıyla dolaşırken yol da böbürlene böbürlene (!) yanındakiler de en çok övgüler yağdırır olmuştur boyalı (!) giysilerine.
Bense çok kralın (!)  karşısına dikildim,  biliyor musun sen çıplaksın dedim, yalansın üstelik, bunu sende biliyorsun, seni yalanlığınla ve ziyanlığınla taşıyanlarda senin kadar karakter yoksullarıdır dedim.
Ben öyle dediğim için de; hiç bir kral da sevmemiştir beni ömrümce.
Hahhh : )
Çok da umurumda...
Asıl gurur bu sevgisizlik bana.
Varsın kral ve kralcılar sevmesinler beni, ben seviyorum ya kendimi o yeter bana.
Ama şunu da biliyorum ki, karşısına dikildiğim her kral da gece olup da, günün sonunda yatağına vardığında hiç de günde ki gibi güçlü sığamamıştır yatağına.
İşte ben bu durumu hep sevmişimdir.
ÇIPLAKSIN KRAL ÇIPLAK, ÜSTELİK NANİK NANİK : )
Duymuştur sesimi eminim, irkilmiştir nitekim...

8 Kasım 2010 Pazartesi

EN SEVDİKLERİM : HATALARIM : )

38 yıldır karşıma çıkan her insanın kabusuydu.
Benimse en çok tutunduğumdu.
Bayılırım hata yapmaya (!)
Kendime hatalar katmaya.
Öyle bilinçli bir şekilde değil de, ben onları inandığım için yaşarım, hata olduklarını sonradan anlarım.
Ah benim sevdalı başım : )
Az mı hata yaptım 38 yılımda.
İrili-ufaklı.
Ama bıkmadan usanmadan daha da yapmaya toleranslı : )
Korkmadan ve yılmadan...
Ama masumca.
En çokda dedim ya inancımla.
Onları yaparken hata olduklarını anlamadan.
Anladığımda ise karalar bağlamadan, sarıldım ben hep onlara.
"Hoşgeldiniz dedim yuvama"
İçime attım, konuştum onlarla.
Ne işiniz vardı yanımda, yamacımda.
"UĞRADIK Sana"
Cevap buydu her defasında.
Bana öğretmek için, beni büyütmek için, beni tutup çoğaltmak için uğrarlarmış bana.
Öyle olmasa;
Bu kadar yol alabilir miydim acaba hayatta ?
Suya sabuna dokunmadan, etliye sütlüye karışmadan sakin ve durul yaşamak da vardı seçenekler içinde ama o hayatın içinde var olmakta bana yakışmazdı galiba.
Olgunlaşmak için gerekliydi.
Uslanmak için de öyle.
Sağlam olmam için gelmişlerdi, işte bu yüzden de Hoş gelmişlerdi : )

Hatalarıma Not : Üzgünüm ki karşıma 1 kere çıkarabiliyorum sizi, sanırım işin özütü bu, sırrı bu, ikinci kez karşılaşsaydık eğer bunca sene sizlerle, sanırım bu defa ahmaklığımı yazardım cümlelerime, işte bu yüzdendir ki seviyorum ben; hem sizi, hem de beni : )
Nasıl ama kavrayabil miş miyim sizleri ? . .

4 Kasım 2010 Perşembe

S İ H İ R . . .

Sihir kelimesi bana göre dünyanın en sihirli kelimesidir.
Bence sihir insanın sihir kelimesi karşısında beyninin yarattığı bir düzmecedir.
Önünde Sihirli yazan ürünlerle karşılaştığınızda neler geçirirsiniz beyninizden o anda.
Ben bu hadiseyi en son sihirli bir elmayı ısırdığımda yaşadım.
Sihirli elmaydı adı.
5 liraydı fiyatı.
Üzerinde bir kürenin içinden çıkmış gibi sihirli minik resimler vardı.
Aldandım tabi ki hemen sihrine.
Sandım ki sihirler bulaşacak her bir yanıma, her ısırığımda.
Yok aslında böyle bir hadise.
Bakın bakalım sihirli el bezlerine ve temizlik malzemelerine.
Çıkmaz denen tüm lekeleri çıkarır ya onlar.
Yok kardeşim bakkal amcadan aldığın adı hiç duyulmamış sihirsizi de aynısını yapar.
Sihirler ötesi bir durum bu kesinlikle.
Adında sihir varsa beklentiler göklerde.
Sihir aslında beynimizde.
Beynimiz diyorum ya her yazımda müthiş övgülerle.
Sahi bu koca cüssemizin üstündeki küçücük ufacık şey gerçekten de içi dolu turşucuk değil ki herşeye yetiyor büyük bir bilgelikle.
E sihir konusu da gider artık çöpe bence beynimiz sayesinde.
N O T : Bu yazıdan çıkarılacak sonuç; üzerinde "Sihir'li" yazan hiçbir şeyi satın almamanız gerektiğidir, çünkü bu tüketimin en şahane ve delice bir şekilde yapılması için sistemin bir düzmecesidir, üstelik bedava bir durum da değildir, aynı paraya 2 kilo elma alacakken, sadece 1 sihirli (!) elmayı ısırmak bence içler acısı bir nihayettir.
Bunun gibi daha nice hikayem var anlatmak üzere.
Her neyse sihirsiz günlerde görüşmek üzere.
Ne dersiniz belki de sihir bunu bilmekte ? . . .

Yazarın Okuyucularına Son Notu : ) Ha bu arada bu yazıyı niye mi yazdım, çünkü bu sihirlerden bıktım usandım, aldandım, sizde aldanmayın diye yazdım : )

Hadi ama ben kaçtım . . .

O HAYATIMA GİRDİĞİNDEN BERİ : )

Evet O hayatıma girdiğinden beri uğramaz olmuşum buralara...
Yazmaz olmuşum.
İstesemde gelmez olmuşum Dinçel'in Yerine...
Niyetlerim hep buyursun gelsin Dinçel yerine ama nerdeee!!!
Amma velakin, itiraz ediyorum, avaz avaz bağırıyorum var gücümle.
Bu olmaz böyle diye : )

Daha önce tanımıyordum onu..
Gelecekti birgün biliyorum, bekliyordum konusunu.
Bilirler onu daha önce görenler.
Nasıl da eziyetliler : (
Organize olup üstüme üstüme geldikçe Talat ve ekibi.
Ben pek bir sindim, giydim tırsık elbisemi.
Neyse ki tüy gibi hafifledim şu son günlerde.
Ela ve Lale...
Olabilirdi yanlarında Afife JaLe de..
Ama yok Atilla ve Onat eklendi bu zincire.
Dahası var, An-ne ve Ni-ne.
Geliyorlar üzerime üzerime.
Pes edecek değilim.
Değiliz elbette.
Ama hepsi birden kısa bir süre hayattan elimi eteğimi çektirdiler.
E kim mi bunlar?
Milli Eğitimin yeni Cin Ali'si-Cin Perileri.
Pek bir cici bicileR.(!)
Ela-Lale-Atilla...
Onat ta bizde, oh be yaaa : (
Yani diyeceğim şudur ki.
Son günlerde ki durumlar bizde budur : )
Dolayısıyle ;
İzin vermiştim kendime...
Neyse ki geldim yine kendi yerime : )
Görüşmek üzere . . .

Ahhh işte bu da resimleri...
Onlar her yerde el ele : )
Biz düşelim eziyetine...
Yok öyLe : )

14 Ekim 2010 Perşembe

EKSİK TUŞ : )

İnsan beyninin kıvrımları hala daha araştırılmaya devam ede dursun, benim yolumu bulamamak, benden yol tarifi isteyenlere bir türlü bu muzaffer bilgiyi verememek durumu benim beynimin neresindeki hangi eksiklikten veya hangi hasar dolayısıyla kaynaklanıyor inanın bilmiyorum.
Benim için yolumu bulmak öyle doğu, batı, sağ sol, şu sokak bu sokak kavramlarıyla değil dükkan veya tabela ismi, bir kapının üstünde gördüğüm pembe renk gibi, orada bir kedi duruyordu, o kediden yola çıkarak ha gayret bulurum gibi bir durum aslında.
Renkler solsa, kedi mart ayı münasebetiyle başka bir yola sapsa bu halimlede elimdeki son doneleri de kaybetmiş oluyorum ki bu gerçekten içler acısı bir durum.
Bu durumun acilen beni terketmesi için yediğim cevizlerden ve beynimi geliştirmeme yardımcı olacak şifacılardan bendeniz için özel olarak hazırlanmış macunlardan bolca tükettim.
Eksik olan tuşumun tespiti için nörologlarla iş birliği haline bile girdim.
Ayyy ama hayır yok,yok yok.
Tıp dünyası ve lokman hekim (alternatif tıp dünyası) maalesef bu konuda dumur.
20 yıldır hergün geçtiğim yolu bile anlatamamak, evime gelecek birine yolumu tarif edememek benim değil artık tıp dünyasının sorunudur.
Bu konuyla ilgili yaşadığım binlerce eşsiz hikaye beni yapmıyor ne yazık ki şahane.
Gitmek istediğim bir yeri ararken sanayi bölgesine girmişliğim bile vardır yani.
Mahcubiyetimi anlatamam sizlere.
Evime gelen son misafirimi ise Ankara içinde arayıp bulmak için bence özel bir ekip kurmak onun son nefesini benim evimden millerce uzakta bulunan bir Petrol Ofisinin önünde vermesine ramak kalmasını daha erken bir şekilde önleyebilirdi : )
Fakat birde öyle zekiler var ki, Allah'tan leb demeden leblebiyi anlıyorlar da, kendileri buluyorlar evimi.
Benim anlatmaya çalıştıklarımdan nasıl oluyorsa oluyor bir adres oluşturabiliyorlar.
Bilmiş bilmiş, hııımmmm sola saparız, sağa saparız, göbekten ilerleyip, döneriz.....gibi muzaffer planları harfiyen uygulayarak bana ulaşırlar bu kişiler.
Ben bu durumda onları bir mucize gerçekleşmiş gibi iki kat sevinçle karşılarken kapımda, içimden de haset ederim, bunların hangi tuşları fazla diye : )
Hayır bu soruya cevap bulabilirsem kendi eksik tuşumu da orada çözeceğim nitekim.
İşte durum bende aynen böyle.
Şans yüzüme gülsün diye Kayra'ya 15.yaş gününde onu her an hafiye gibi izlemek niyetiyle alacağım yenebilir, yutulabilir çiplerden önce kendime tahsis edeceğim.
Yutacağım ki ailemin fazla telaşa girmeden beni gittiğim bilmediğim yerlerden ''seni yine bulduk'' sevinciyle bağırlarına basmalarına sebebiyet vereyim.
Bip bip bip....
Aradığınız kişi şu anda bir çölde : )
Hah hah hah hah hah : )
Aileme yaptığım en güzel hadise : )

13 Ekim 2010 Çarşamba

3 M A Y M U N . . .


3 maymun hikayesini bilirsiniz...
Onlara bakarken aaayyy ne sevimli bile dersiniz/deriz.
Resimler hep güzel şeyler söylerler biliriz.
Ama bir şey daha var ki lakin arka planda bir hüzün perisi gizlidir.
Ağlarlar aslında maymunlar durumlarına.
Bakmayın maymunluk yaptıklarına.
Susarlar onlar...
Duymazlar onlar...
Bilmezler onlar, en çok bildiklerini bile.
Başlarına vura vura ne hale geldiler değil mi?
Aynen senin gibi, benim gibi, birde o tanımadığımız herkes gibi.
Tek farkımız üzerimize tazyikli su sıkılmadı : ) Yaşasın (!)
Ama görünmez bir el geziyor sanki üzerimizde, yüzümüzde, sesimizde, ayarlarımızla oynuyor sanki bir şekilde.
O el kocaman oluyor, gölge gibi sarıyor her birimizi.
Bir kehanet gibi.
Biz sizi işte böyle uslandırırız der gibi.
Özgür değilim ben artık hiçbir yerde.
Burada bile ne yazık ki.
Google'da kendini ara, tık çıkarsın kendi karşına.
Huzurlarınızda Dinçel'in birşeyleri.
İçsel konuşmalarımsa yoruyor beni.
İçsel isyanlarım boğuyor beni.
Kendi kısık sesimi duyamaz oldum.
Ve ben 3 maymun ekibine dahil oldum.
Öğrenilmiş çaresizliği ciğerlerime kadar soluyorum : (
Biraz senin gibi, biraz da o tanımadığım, belki de çok tanıdığım herkes gibi.
Farkım var deme sakın.
Varsa şayet,
Hani nerdesin, ha gayret !....

KÖŞE BAŞINDA NE VAR ?...

Demiş ki Mehmet ASLANTUĞ son röp.ünde ve özetle; mesleki hırslar ya da başka telaşlar birlikteliğin önüne geçerse çok rahat kopabiliriz, demek ki bu iş emek istiyor, egomuzu cebimize koyar devam edersek bitiş kolay olur, (benim koptuğum cümle tam da burası aslında) oysa bizi köşe başında bekleyen büyük aşk'lar, dostluklar yok.
(Alkışlar burada bu masalsı adam ve kadına)

Her neyse yazı artık buradan itibaren Dinçel'ce devam etmekte : )
Müthiş bir cümle olmuş doğrusu.
3 gündür üzerine düşünüp duruyorum bu kısa cümlenin.
Bana anlatacağı uzun bir şeyler var kesin : )
İnsan beyni hep böyle mi çalışır, yoksa benim ki mi hep böyle takılır...
Takılırım ben cümlelere...
Takılırım ben ne anlam yüklediklerine.
Takılırım ve çoğaltırım, çoğalırım her takıldığım şeyde.
Uçurtma olurum ardında, uçar dururum yukarılara.
Aşk öyle bir bağ ki canlılar arasında, bereketi için emek gerekli.
Tutunmalı ona..
Tıpkı Şili'de 69 gündür yerin altında kalan o işçilerin hayata tutunduğu gibi, onların hayattan hiç kopmak istemedikleri gibi, onların hayatı kaybetmek istemedikleri gibi tutunmalı her canlı bence kendi Aşk'ına.
Koyverdiğinde ;
Aşk üzülür.
Aşk süzülür.
Aşk bir tutam değil "çok tutam'' bir hüzne bürünür.
Aşk'ı birkaç gündür gerçekten böyle tanımlıyorum ben.
Göçük altındaki o 33 adamın öyküsü gibi.
Onların mücadelesi gibi.
Onların üzerlerindeki tulumu aşkın çıplak bedeninin üzerine giydirmeli.
Aşk'ı onların mücadelesi gibi yaşayabilmeli.
Bunu şarap gibi içebilmeli.
Aşk bunu bilirse şayet...
Umut eder.
Mutlu eder.
Sürer gider.
Masal olur, kuş olur, süzülür, en tepelere erer.
Bu imge değil.
Bu benim birgün başıma gelecek olan hikayemdir.
Uçurtmanın ucunu bırakmış olanlara ise sormak isterdim, ne umdular ya da ne buldular acaba köşe başında diye?
İnci gibi dizilmiş mutluluklar serilmez köşelere.
Marifet elinde olanın kıymetini bilmekte.
Gittikleri yerden dönünce hayıflanırlar mı acaba kendilerine.
Kaybettiklerine.
Yüklenirler mi gidişlerine.
Farkındalık işte burada başlıyor.
Pişmanlıklar artık bir işe yaramıyor.
Giden gidiyorsa da, geriye dönüp baktığında olan o canım Aşk'a oluyor.
Sormuştum bir yazımda Liz'e, neler öğrendin sen diye?
Benim ki ooooohhhh çoktu ya hani.
İşte benim en çok öğrendiğim bu idi.
Diğer öğrendiklerimin yanında bu yazım gereği söyleyeceğim tek şey;
Aşk'ı ardına koyvermemek.
Kendini egoyla değil, Aşk'la beslemek.
Onu her daim yeşilliğe su atan manavlar gibi üzerine su serpmek, taze tutmak gerek.
Bu onu çok sevmek demek.
Tutunmak, bereket üzerine bereket eklemek, kıymet bilmek gerek.
Aşk işte ancak böyle AŞK demek...
Benim uçurtmamın ucunda kocaman bir yürek var.
Peki yaa senin uçurtmanın ucunda ne var...
Onu uçurursun nereye kadar ?...
Uçtum, kaçtım demek kolay.
Birlikte göklere uçabilmek asıl olay..
Beklerim ben böyle bir AŞK ve eğer birgün gelirsen hizmetindeyim ey AŞK.

: )

7 Ekim 2010 Perşembe

BİR KADININ YAZISINDAN BİR İKİ CÜMLE ALARAK YENİ BİR DİNÇEL'ce YAZISI YAZDIM, BUYRUN BAKALIM : )


Onun başlığı "Birinin Kadını Olmak İstiyorum" idi.
E böyle de kalabilir, benim için sorun yok.
Diyor ki kadın yazısında; başka kimse dokunmasın bana, konuşmasın, bakmasın hatta, biraz korunmak, biraz şımarmak, ona yemek yapmak, yürürken sıkı sıkı elini tutmak, uzun uzun pazar kahvaltısı, ha unutmadan kek de yaparım ona" gibi "küçük" ama "zor hevesleri"m (!) var diyor kadın.
Neden mi diye soruyoruz o kadın ve bendeniz DinçeL kadın ?
Çünkü herkesin eli tutulmaz, herkesle kahvaltı keyifli olmaz, kekimi ona yapmazsam keyfi kalmaz diyoruz ikimizde ve bir ağızdan hep birlikte.
Çünkü HERKESİN KADINI OLUNMAZ diyoruz.
NİL'in bir şarkısı vardı ya hani; mahcupça bakıp, yanmış kekini ekrana tutup göstererek ''sana kek yaptım'' derdi, işte bu hayal bence her kadının hayali olamaz.
Ben bu hayali gerçekleştirmek için Issız Adam filminin oyuncularının peşine düşüp havuçlu-tarçınlı kekin tarifini ele geçirmeyi bile düşünüyordum sevdiğim erkeği mutlu edeyim diye.
Bence böyle hayaller herkese kurulmaz !!!
Her neyse, bu mevzu zaten benimle ilgili;
Biz dönelim yine öze, diyor ki yine DinçeL ve kadın; sabahları uyandığımda "günaydın sevgilim" mesajları uçuşsun telefonumda, gün içinde özleyeyim onu, özlesin o da beni, dayanamayalım bu durumumuza.
Aklımda olduğu için gülümsemek, gülümsediğim için işe bile uçarak gelmek, biri beni o kadar çok sevsin ki, hatalarımı da sevsin, o kadar çok sevsin ki hata yapmaktan ödümüz kopsun istiyoruz nitekim yine biz.
Şimdi ben/biz birinin elini tutup gezemez miyiz?
İstesek biriyle bir film izleyemez miyiz?
İstesek o keki pişiremez miyiz?
Sana kek yaptım diye şarkılar söyleyemez miyiz?
Söyleriz elbet.
Ama diyoruz ki biz; birinin elini tutmakla, sıkı sıkı tutmak arasında çok fark var!
Ya tutarsn, ya tutmazsın ya da ya da tutmuş gibi yaparsın.
İşte patlattığım/patlattığımız son cümle, birlikte ve milyonlarca kadınla birlikte;
Ben; elimi sıkı sıkı tutmayacağını bildiğim hiç kimseyle o sokakta dolaşmayacağım.
Repliklerin ve benim sıcak elimin bir anlamı yoksa kimseyle o filmi izlemeyeceğim.
Ve ben...
O şarkıyı hiç bir zaman söylemeyeceğim.
Dünyanın en güzel keki bile olsa "sana kek yaptım" demeyeceğim.
Tarifini bulmuş bile olsam havuçlu-tarçınlı keki bir başıma yiyeceğim.
Benimle yemeye layık biri olmadıkça yanımda, kendim pişirip, kendim yiyeceğim : )
Ama ama yine de ne var ki; birinin kadını olmak istiyor canım; biraz korunmak, biraz şımarmak, biraz dolaşmak, sevmek ve sevilmek istiyorum sonsuza dek...
Kek olmasa da budur dilek...
Havuçlu-tarçınlı-niyetli kekimden bir dilim yemek gerçekten ister yürek : )
Kadınca ve yine DinçeL'ce bir yazıyla ayrılıyorum yine yanınızdan : )
Ha unutmadan ; bu yazı bana göre ne o kadının, ne de benimdir, bu yazı bence; dünya üzerinde yaşayan her kadının niyetidir.
Sizce?...

Sevgilerimle : )

5 Ekim 2010 Salı

E . L . M . A .


Elma masal gibi bir meyve.
Yakışır her masalın nihayetine, gökten 3 elma düştü diye...
Gerçek yaşamda, beklerim ben hep onu.
Düşse de muradımıza ersek diye.
Düşse yerim belki de keyifle.
Niye düşmedi bunca yıl.
Sordum kendime geçen yıl.
Buldum nihayetinde, bağırırdım çocukken "elma dersem çık, armut dersem çıkma" diye.
Armut diye mi duydu sesimi ne?...
Çıkmadı bir türlü ortaya.
Saklandı bir yerlere.
Düşemedi gökten 3 elma bir türlü.
Ama ben yine de seviyorum onu her türlü.
Kırmızı, sarı, yeşil ve golden haliyle.
Masal şimdilik çekmecede beklese de,
Birgün biliyorum ki elma'lar yağacak tepemize. . .

YE, DUA ET, SEV !...

Bu benim okuduğum son kitabın adı.
Kitabın yazarı kitabın aynı zamanda esas kahramanı.
Kadını.
Başka bir kadını ilave etmek istermiyiz, eğer istersen seni, beni, ve diğer kadınları gösterebiliriz.
Ama bunu yapabilmemiz için, bunu hak etmek için tıpkı Liz gibi, keşfetmemiz gerekiyor, silkelenip,yenilenmemiz gerekiyor.
Kendimden çok benzer yerler buldum Liz'in hayatının kitabında.
Evlenmiş(aynı), mutsuz olmuş(aynı),bu mutsuzluğu sonlandırmaya karar vermiş(benim ki daha uzun bir süreç ama ver mişiz ikimizde bu kararı nihayetinde, tebrikler ikimize de....her neyse bu da aynı :) sonra Liz yeniden aşık olmuş,tutulmuş,med-cezir'li bir ilişki yaşamış,sonunda da salya sümük olmuş, dağılmış,derbeder olmuş.(farklı)
Liz bu yeni mutsuzluğunda almış başını önce gitmiş Bali'ye, sonra uğramış İtalya'ya, daha sonra ise dua etmek, arınmak için rota Hindistan'da bir Aşram'a, sonraki durak ise yine Bali'ye dönüp 7. kuşak bir şifacının yanına.
Yani ama birini unutmak için, yeniden değişim için, biraz cesaret için ne gerek var dünyayı dolaşmaya.
İkimizin farklılığı burada.
Benim de geldi başıma.
Eski eşimden sonra bende kattım birini hayatıma.
Yalan değil birkaç gün ağladım.
Ama ben bitmesine değil, biterken ki saygısızlığa ağladım.
Onu da sanırım bir kaç kez yaptım.
Sonra hemen "kıpırda kızım" düğmeme bastım.
İşaretler aradım.
En iyi işareti "bitmesine" bağladım.
Kendime iyi şeyler hatırlattım.
Böyle gereksizce bittiyse vardır bildiği Allah'ın.
Şükürlere sığındım.
Ben duamı böyle yaptım.
Evet bolca yemek bende yedim.
Şehirlerde gezdim.
Bol kahkaha attım.
Arkadaşlarımı da yanıma kattım.
Hatta gecelere bile aktım.
Sonra döndüm dolandım yine kendimle baş başa kaldım.
Herşeyi ben başardım.
Sevmeyi de-unutmayı da.
Umursamamayı da.
Niye umursayayayım ki,
Ben daha burdayım.
Üzüleyim diye doğmadım.
Buna inanınca insan, şaşılası bir şekilde bin defa daha doğuyor sanki.
Kendisi kocaman oluyor ama her durum ufalıyor sanki.
Bir mucize gibi.
Benim kitaptan farkım bu.
Doğrusu Liz güzel bir kitap yazmış ama uğrasaydı bana, "Herşey senin beyninde derdim ona, bak dünyayı dolaşmadan da yok edebiliyorsun hüznünü oturduğun koltukta."
Hadi gel yer açayım sana da.
Keramet benim koltuğumda değil ama bulaşmak istersen şayet, kendini sevmeyi keşfet : ) gerisi mühim değil" derdim ona...
Birde ne öğrendin diye sorardım ona ?
O bana sorsaydı anlata anlata bitiremezdim.
Yaşantımdan öğrenmek her daim ödül oldu bana.

N O T :  Ha bu arada Liz'in yazdığı gibi yeniden sevmek konusu sanıyorum ki benim içinde "yeniden yapılabilecek bir şey" konusu, kendini seven insan; herkesi yeniden sevmeye inanır da ondan...

Son Söz ; Liz keyifle okudum kesinlikle, sonunda "aynı" olan birşey var ki ikimizde başardık bence, DinçeL ve Liz yöntemleriyle.
Sevgilerimle : )

1 Ekim 2010 Cuma

FATMAGÜL'ün SUÇU NE?...

Ne?
Yıllar önce izlediğim aynı adlı bir filmden biliyorum konusunu.
Yine taa yıllar önce televizyon seyretmeme kararı aldığım için ise, şimdikini seyretmeyi düşünmüyorum kesinlikle.
FatmaGül'ün durumu; üzerinde çok ama çok titizlikle düşünülmesi, neler yapılması gerektiği konusunda acil önlemler ve çözümler üretilmesi gerekli elzem bir konu.
Yok mudur FatmaGül'leR.
Onlar gizliler ve lekeliler.
Bir an'lık zevk için bir ömür ziyan edilmiş şanssız kişiler.
Bu böyle tabi ki de.
Ama benim yazım başka bir çerçevede.
Bir enstantanede.
Ben seyretmesemde, evimde bu diziyi seyreden kişiler var.
Kendi odamdan çıkıp da, su içmek için mutfağa gitmek üzere geçtiğim yol, bizim evde televizyonun olduğu salondur.
Dönüp baktığımda geçerken tv.ye, FatmaGül'ü yumrukluyordu nişanlısı hastanede.
Benim konum bu.
FatmaGül bir adamı sevmiş, adamda onu sevmiş (!) bilrlikte hayaller kurmuşlar, birde tek gözlü bir evin tuğlasını örmüşler.
Düşler kurmuşlar birlikte.
En çok da FatmaGül inanmış bu düşlere.
İyi günde, kötü günde.
Hadi canım, vurur muydu öyleyse.
Sebep ne? FatmaGül istemediği halde bir ilişkiye maruz kaldı, tecavüz edildi diye.
Erkek olmak nedir?
Bana göre çok şeydir.
Bence kelimesinin içinden beslenir.
ERK'tir o, kuvvettir.
Kuvvet pazularında değil, yürekteyse erkektir.
Bir erkek iyi günde, kötü günde söz vermişse birine, kötü günde vurmamalı karşısındakine.
Başına dünyanın en kötü şeyi gelse bile.
Gücünü en çok o zaman göstermeli sevdiğine.
Söyleyeceği tek bir cümle; şükürlere döndürür kadının yüreğini.
Söyleyemediği cümlede ise kadın gider kendi yönüne.
Bir erkek, erkek gibi olmalı bence.
Pazularında değil, gerçekten yüreğiyle...
Bir iyi bir de kötü haberim var bu konuyla ilgili.
İyi günlerde, zor günlerde gelip geçicidir.
Onlar geçer ama kalır iz'ler.
Erkek zor günde vurur, gider, yok olur.
Ama asıl kadın gider.
Güçlenir.
Dağ olur.
Bu budur.
Zor gününde "kadınım" dediği kadının yanında olmayan erkeğe kadının cevabı "G i t" olur.
Bu benim hayatımda tecrübeyle sabit bir durumdur.
FatmaGül'e de olacak budur.
Böyle erkeklere ve diziyi seyredenlere duyurulur.

30 Eylül 2010 Perşembe

KORKU denen şey : (

Bence üzerinde varsa şayet, hemen salıverilmesi gerekli "korkunç"birşey.
İnsanın "pause" düğmesine basıyor.
Durmuyor sanki orada donuyorsun.
Hayal kuramıyor, kurmuş olduklarını ise; kanat takıp uçuramıyorsun.
Salıverilmiş, göğün üstünde birkaç kez tur atmışta, sonra döne döne bir apartmanın tepesindeki balkona takılmış uçurtma gibi olursun.
Rengin solar o son'da.
Korkun var ya bir kere, oradan kurtulmaya bile korkar durursun.
Uçurmaz rüzgar artık seni hayal ettiğin uzaklara.
Halbuki hayat kumara değer bir şey.
Deneyip becermenin zıddı, deneyip becerememek.
Bu gerçekten çok mu zor, çok mu korkunç.
Bence denememek daha korkunç...
Korkuları aldın mı bir kere koynuna, işin çok zor.
Pause'a kilitlenip tekrar yürümek zor.
Kendimden çok şahidim ben bu duruma.
Korkularım yüzünden çok tıkandım geçmiş zamanlarda.
Yol alamadım.
Durdum, dumur ve darmadağan oldum.
Kendimi uzaktan seyrettiğimde bir acı duydum.
Sonra karar verdim bir gece.
Korkularımı attım penceremden.
Aşağıya baktım.
Onlar dibe gittiler.
Sonra yukarıya baktım.
O gökte kendimi gördüm.

Özgürdüm...
Kanatlar taktım, göğe doğru süzüldüm.
Korku yoksa, endişe de yok.
Hiç dikkat etmediniz mi hayat biz neye endişe ediyorsak onu veriyor bize.
E o zaman hadi korkular çöpe : )
DinçeL ' ce.

29 Eylül 2010 Çarşamba

TIH TIH TIH. . .

Kısacası bu cümledir...
Uzunu; yasak der, anlamı; sansür içerir.
Benim cümlem ise hiçbirini sevmemektir.
Sansür deyince ilk sansür hikayem gelir her daim aklıma.
Biz çocukken evlerindeki renkli televizyonu hayret bakışlarıyla "aaaaa" nidalarıyla seyrettiğimiz dedikoducu Fitnat Teyzenin evi gelir gözümün önüne hala daha.
Biz hayretler ede duralım, o bizim o renkli dünyaya daha fazla yaklaşmamamız için elinden geleni yapardı, "Tıh tıh tıh, yaklaşmayın sakın haaa, yasak derdi" ve YASAK'lar koyardı.
Sonra ben büyüyence en tanıdığım kelime oldu bu kelime.
Hazmetmesek de, layığımız budur bence.
Bu duruma bence en küçük birimlerimizde (aile ve yakın aile dostları evlerinden) kıdemliyiz bence.
Bu yüzden mi kolay uyum sağlarız bu her yanı yasak (!) ülkemize.
Öğrenme kültürümüz bu olduğu için mi.
Bizler özgür yaratıklar olamadığımız için mi?
Hangisiyse söyle.   

BAZI KARELER HAKKINDA. . .

Bugün facebook listeme dahil olan kişi, taa yıllar öncesinden de hayatıma dalış yapmış oldu.
Arkadaşlık isteğini görünce, tüylerim diken diken oldu.
Facebook'un mucizesine bir kez daha şapka çıkartmak şart oldu.
Adını ve yüzünü görünce karşımda, binbir türlü kare geldi aklıma.
Lise yıllarım,
Genç kızlığım,
Genç kızlık coşkularım,
O coşkuya eşlik eden onunla birlikte yaşanmış anılarım selam verdiler bugün bana.
Hepsini yazacak değilim tabi ki buraya.
Ama içlerinden biri var ki kıyamam ona.
Demiş ti ki birgün bana.
Çimenlerin üstünde birlikte göğü seyrederken;
"Bak fotoğrafını çektim bu an'ın, hep aklımda kalacak bu an'ım"
Kaydettim beynime.
Orada kalacak benimle.
Genç kızlığım anlamamış bana ne söylendiğini o yıllarda.
Fotoğrafı mı çekilirmiş hiç yaşanan an'ın...hah!
Çekilir miş evet..
Onu görünce bugün karşımda.
Hiç tereddütsüz o kare geldi aklıma.
Meğerse bende bas mışım deklanşöre o anda.
Fırladı hemen beynimin bir yerlerinde saklandığı köşeden, geldi oturdu köşeme yeniden.
Başka başka kareler de ekledim kendime 37 yılım boyunca.
Düşünmeden Şakkk! diye çıkıyorlar karşıma.
Bunu yapmayı o zaman mı öğrenmişim bilmem ama profilimde de yazdığım gibi insanların iç dünyalarının fotoğraflarını çekmeye bayılırım.
Bu benim anlamım.
Bu yüzdendir ki hoşgeldin yeniden hayatıma canım arkadaşım...
Yeni paylaşımlar için ve anlatacağın herşey için çok ama çok sabırsızım : )

K U M B A R A

Benim ki bu değil...
Daha büyük...ama çok büyük...
Hani çocuğuna sorarsın ya "beni ne kadar çok seviyorsun" diye.
O da açar iki kolunu iki yana "bu kadar çok" der ya hani, işte o kadardan da büyük benim kumbaram...
İçine para atıyorum ben de herkes gibi.
İçinde hayallerim var çünkü; satın alacağım.
İstediğim kadar olunca kumbaramın içindeki para, dünyanın öbür ucunda olacağım.
İçimdeki mantra bunu dilemekte sessizce.
Dünya haritam hergün önümde, sevgili Evren'e "onu gezeceğim" ilan edilmekte.
Çipli pasaport cebimde.
Hayallerim cebimde.
Paralar birikmekte.
Benim paralarım hayallerimi almak için birikmekte.
Benim kumbaram bunun içindir ki DEVASA büyüklükte.

27 Eylül 2010 Pazartesi

ÇİKOLATA PARÇACIKLI DONDURMA GİBİ, KISA KISA DİNÇEL YAZILARI KEYFİ : )

Vaooovvvvvvv...başlıkta pek bir  havalı oldu, e bu başlığa güzel şeyler kondurmak şart oldu : )

Ö T e K İ   O L M A K . . .
Neler oluyor son zamanlarda çok sevdiğim ülkemde.
Herkesin sanki kendi mahallesi var son günlerde.
Eski bir film gibi.
Tozlanmıştı üstü, hortladı sanki geri geldi.
Kimse sevmiyor birbirini sanki.
Kabul görmüyor, kabul etmiyor artık kimse birbirini.
Herkesin ayrı bir dili var gibi sanki.
Kimse birbirini anlamıyor.
Biri diğerini duymuyor gibi.
Niye ki böyle.
Bizi birleştiren var ki bir kubbe, Mevlana bile demez mi ki, "Gel gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel diye.
E o halde başka mahallenin çocukları olmak niye?...

BENİM KADINIM AYŞE ARMAN. . .
O özgür bir kadın bence.
Ama gerçekten özgür.
Duyguları özgür, davranışları özgür, sözleri özgür, yüreği özgür, sesi özgür.......dedim ya o özgür bir kadın işte.
Bence herkesin aklından geçiyor onun söyledikleri.
Ama kimse dile getiremiyor onun gibi.
Cesaret yok kimsede.
Özgürlük bence en çok cesaret de...
Yürek ister gerçekten özgür olmak.
O bu yüzden benim kadınım işte.
Ona benzemeye çalışıyorum son günlerde.
Öncelikle yazma konusunda, kendime köşe bile yaptım sonunda, düşünüyorum da hiç de fena gitmiyorum 1 ayda 16 yazıyla, yazdıklarımı okumak ve çoğaltmak gurur bana.
Her neyse, bir de bir mesele daha var ki;
 37 yaşıma kadar söylemekten çekindiğim kadınlığımı sevdiğimi söylemeyi ben de sever olmaya başladım onun gibi.
Tabuydu sanki bunu söylemek.
Ayıp ederiz sanki söylersek.
Yoo hayır ne ayıbı...
Artık gurur duyuyorum bende 37 yaşımda bile sokakta bana bakılan halime.
Bir kadın daha ne ister ki.
Kadın olmak estetik olmak demektir, bu durum şükürlük bir durum bende.
E Kayranın arkadaşı bile "oğlum annen süper miş" diyorsa, ağlayayım mı bu duruma.
Doğrusu Ayşe Arman gibi artık bayılıyorum bende bu durumuma.
Hem olmaya, hem söylemeye.
Hey kadınlar sizde aynada sevin kendinizi bence...
Bunu söylemek size de düşer elbette.
Sevgilerimle : )

D A V E T
Ağbimden gelen bir mail "daha önce çok kereler" gittiğim bir şehre çağırıyordu beni.
Çukurova' nın beyaz gelinliği pamuğun öyküsünü sergi yapmış AA üyeleri.
Fotoğraflar ağbimden.
Pamuğu resmetmiş beyaz bir masal gibi.
Mail geldiğinden beri, soruyorum kendime "gidecek misin kızım" diye.
Düğümlendim...
Cevap bulamadım kendime.
Beyaz bir masal seyretmek güzel olurdu ama bir masal hüzünden bahsetmemeli.
Ağbim gidersem eğer çok mutlu olur ama....
Bilmiyorum duyacağım hüzün engel olur mu bana...
Daha birkaç gün var önümde.
Cevabım;  maalesef ki ağbiciğim bilinmezlikte...
: (











Ahhh Canım H a y ı R. . .

Bu Hayır'ın seçimlerle alakası yok.
Aynı şekilde Kayra'ya söylediğim binlerce Hayır'dan biri de değil bu yazıda ki Hayır...
Bu Hayır benim yeni yaşam biçimim.
Eskiden sadece varlığını bildiğim ama artık şimdilerde karşıma çıkan insanlara hiç tereddütsüz söylemeye başladığım bir kelimemdir Hayır benim için.
Bugüne kadar söylenememiş, lügatıma girmemiş olmasına kızgınım doğrusu.
Söylediğim her evet; karşımdaki her insana kolaylıkmış meğer.
Şimdi ki Hayırlarım ise bana kolaylık elbet.
En insani ölçümle, en sevecen duygumla herkese evet derken ne çok işlerine yarar mışım aslında.
Bayılırlar mış bu duruma.
Bende bayılıyorum ama şimdiki duruma.
Ne oldu bu Dinçel'e acaba?..
Sanırım ilk soruları budur.
Onlar sora dursun ben Hayır kelimemin karşısındaki kıvranışların karşısında iftiharla sarhoşum!
Nasıl da tepeler örüyorum onlara.
Tepelerin çok gerisinde kalıyorlar onlar her defasında.
Bazen uykum kaçtığında köprüyü geçmeye çalışan keçilerime benzetiyorum onları.
Keçilerini kaçırıyorlar ya karşımda, vallahi çok neşeli görünüyorlar bana o anda.
Ah uykudaki keçilerim bile geçiyorlar hendeği ama gerçek yaşamda artık kolay değil Dinçel'in sınırlarından geçmek.
Kızmasın kimse bu durumuma.
Beni böyle yaptıkları için bir baksınlar aynaya.
37 yılım iyi niyetle örülüyken, bana olan onların şaheseridir aslında.
Evet derken herkese iyilik edebilmenin mucizevi sevincini yaşayan ben, Hayır demekle garip bir zafer duygusu paylaşıyorum kendimle.
Hadi bu zaferi kutlayalım, içelim hep birlikte...
Şerefinize...
Bu zafer hepimizindir ziyadesiyle : (

Not : Hayır demek iyi bir şeydir, bu tecrübeyle sabittir ; )

23 Eylül 2010 Perşembe

PAVLOV ' un KÖPEKLERİ . . .


Bilirsiniz işte; Rus fizyolog İvan Pavlov, köpeklere et verirken zil çalınıp da bu tekrarlanınca, zil sesi geldiğinde köpeklerin salyalarının akmaya başladığını kanıtlar, sonrasında ise bir gün Pavlov’un Enstitüsünü su basar,köpeklerin bir kısmı boğulur, bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir. Çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.”
Kurtulabilenler tekrar enstitüye toplanır.
Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur.
Şu müthiş sonuca varır Pavlov o esnada;
"Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmaktadır.”
Ve bence işte son zamanlardaki durumumuzda tam anlamıyla budur.
Bugün Yılmaz ÖZDİL'in müthiş yazısında tasvirlediği gibi her sabah keyifle içtiğim Türk Kahvem gibiydi benim için Bekir COŞKUN.
ÖZDİL'in de yazdığı gibi benim de günümün lezzetiydi.
Onu okurken hazmetmeye çalışırdım memleketi.
Ama artık O yok.
Aldılar köşesini.
Yok belki de köşesini almadılar, aldılar benim sabah keyfimi.
Diyor ya hani ÖZDİL yazısında hedef o değil, sizsiniz diye...
Çok doğru kesinlikle.
Doğru olmasa bu ağır travmalar niye?...
Tepkilerimiz kırılsın, yok olsun diye.
Korkalım, susalım diye.
Et verince salyamız akarken, korku karşısında tepkisiz kalalım diye.
Öğretilen şey bu değil midir aslında...
ŞARTLI REFLEKS,birer Pavlov'un Köpeği yapar hepimizi...

21 Eylül 2010 Salı

DİNÇEL ' in ÇOCUKLARI . .


Okuduğum bir yazı diyordu ki bana, al karşına çıkmış tüm insan hallerini, çocuklaştır en minik hallerine dönüştür onları.
Af edersin işte o haliyle onları.
Denemeye karar verdim.
En çok da beni üzmüşleri karşıma aldım, ufaklaştırdım.
Minicikti gözleri o anda.
Şekeri elinden alınmış gibiydi.
Ürkekti yüreği.
Bağırmıştı annesi.
Vurmuştu öğretmeni.
Kavgada yere serilmişti.
Gözündeki morluk gururunu incitmişi.
Annesinin şefkatli sözleri yüreğine su serpmişti.
Ya da annesi yine şefkatini esirgemişti.
Yüreği üzülmüştü.
Sonra o da birilerini dövmüştü.
Birilerini dövmeyi bir güce dönüştürmüştü.
Herkes aferin demişti ona.
Aferin bak öğrendin dertlerinle başa çıkabilmeyi.
Çocuk "Aferin"i sevmişti...
Benimsemişti...
Üzmeyi, vurmayı, tekme atmayı, arkasından vurmayı doğru bilmişti.
Ona bu öğretilmişti.
Çocuk "Aferin"i sevmişti...
Büyümüştü sonra çocuk.
Öyle kalmıştı sonra çocuk.
Kızmıştım önceleri o çocuklara ama.
Ufalınca karşımda, bağışladım en şefkatli anaçlığımla.
Şeker versem eline yine çocuk olur muydu acaba?...
Kocamanlardı karşımda, ama ufalınca karşımda...
Çocuk kaldılar onlar yanımda.
Dokundum onlara içimden.
Sevdim onları içimden.
Acıdım onlara en derinden.
Çocuktu ya onlar artık...
Affettim onları yeniden.
Siz de deneyin bence, patronunuza, annenize, sevgilinize, eşinize, çocuğunuza belki de sokakta yürürken çarpıştığınız o adama kızmayın hemen.
Ufaltın ufaltabildiğiniz kadar.
O bembeyazken, ona öğretilen tüm lekeleri anımsayın.
O bembeyazdı ya en çok bunu hatırlayın.
Kızmak gerekliyse şayet,
Onu böyle yapanlara kızın.
Her çocuk güzeldir aslında.
Kim aklını başından aldıysa ona kızın...
Ben denedim...
Ve ben onları yeniden sevebildim.
Siz de deneyin, siz de sevin...

20 Eylül 2010 Pazartesi

K A Y R A P R O J E S İ . . .


Projelerden nefret ederim.
Birşeyi projelendirmekten de aynen öyle.
Ama Kayra öyle değil.
Ona daha karnımdayken br isim, bir iş-güç verdim.
Ona DİNÇEL'İN KAYRA PROJESİ" dedim.
Eğer düşündüğüm gibi olursa Dinçel bu dünyanın en mutlu annesi olacak.
Ödül bu...
Minik heykelcik kalkmayacak havaya.
Sadece iyi bir adam gerçekleşmiş olacak 15-20 yıl sonra.
Hedef bu : )
Eğlenceli bir çocuk Kayra.
Gözünün içindeki hüznü görebilen bir çocuk Kayra.
Onu gördüğü anda "Benimle paylaşabilirsin" diyen bir çocuk Kayra.
Olup bitenlere "Hayat Bu" diyebilen bir çocuk Kayra.
Aşk acımda "Aslında tekrar konuşmayı deneyebilirdiniz Anneciğim" diyebilen bir çocuk Kayra.
Adet sancımda minik ellerini kelebek dokunuşlarıyla, belki iyi gelir diye karnımda gezdiren bir çocuk Kayra.
Ona öğretileni öğrenmeye dünden hevesli bir çocuk Kayra.
Piyanoda annesine şarkılar çalan bir çocuk Kayra.
Babası onu Keloğlan yaptığında, parktaki çocuklar ona "Hey Kel'e Bakın" dediklerinde, annesinin canı yanarken, "Onlar öyle söyleyebilir ama ben bu halimle bile mutluyum" diyebilen bir çocuk Kayra.
Apartmanın tepesindeki çatı ustalarını görünce "Ben tuğlacı olacağım, herkes aynı işi yaparsa çatıları kim onaracak" diyen bir çocuk Kayra.
Oyunu bırakıp arkadaşının ağlayan kız kardeşinin yanına gidip onu elinden yakalayan bir çocuk Kayra.
Bir sıkıntı olduğunda "Bunlara da üzülürsek hayat mı geçer ama" diyebilen bir çocuk Kayra.
Ben yaşlandığımda bana bakacak Kayra.
O bana bakmasa da, ben gurur duymak istiyorum ona her baktığımda . . .
Projem gerçekleşsin istiyorum, O geldiğinde 20 yaşına. . .
SağLık, gurur, başarı ve mutlulukla : )
Olur mu ya?...
Emeğim bu...
Bence olur, dedim ya proje bu...
Bugün kü yazı da bu : )